CEVAPLANAMAYAN 125 SORU
NEDEN İNSANLARIN GENLERİ BU KADAR AZ?
Önde gelen biyologlar, 1990'ların sonların­da insan genomunun dizilimini ortaya çıkar­mak için harekete geçtiklerinde, DNA'mızı oluşturan 3 milyon baz çiftinin içerdiği gen sa­yısı üzerinde bahse tutuştular. Çok azı gerçek sayıyı kestirebildi. On yıl öncesine kadar, gele­neksel görüş, vücudumuzdaki işlevleri yerine getiren çok sayıda hücresel işlemin gerçekleş­mesi için yaklaşık 100.000 gene gereksinimi­miz olduğu yönündeydi. Ancak projenin sonunda, genlerimizin sayısının yalnızca 25.000 civa­rında, yani çok küçük bir çiçek­li bitki olan suteresinin (Arabi-dopsis) gen sayısıyla aynı, bir solucanınkindense {Caenor-habditis elegans) biraz daha fazla olduğu ortaya çıktı.
Bu büyük sürpriz, genetik­çiler arasında yaygınlaşmakta olan bir gerçeği güçlendirdi: Bizim genomumuz ve diğer memelilerin genomları, sanıldı­ğından daha esnek ve karma­şıktı. Böylece, eski "bir gen / bir protein" tezi çürütülmüş ol­du. Artık birçok genin birden fazla proteini yapabildiği bilini­yor. Düzenleyici proteinler, RNA, DNA'nın şifre içermeyen parçaları, hatta genomun ken­disindeki kimyasal ve yapısal değişimler bile genin nasıl, nerede ve ne zaman 'ifade' edilece­ğini belirleyebiliyorlar. Bütün bu öğelerin, ge­nin ifade edilmesinde nasıl bir arada uyumlu çalıştıklarını ortaya çıkarmak, biyologların önünde aşılması gereken engellerden biri.
Geçtiğimiz birkaç yıl içinde, insan genomu­nun bu kadar az genle bu kadar karmaşık bir yapı oluşturabilmesinin ardında yatan neden­lerden birinin, mRNA üretimi sırasında kullanı­lan seçenekli kesme (alternative splicing), adlı bir mekanizma olduğu anlaşıldı. İnsan genleri hem protein yapımı için gerekli şifreleri taşı­yan DNA (ekson) parçalan, hem de hiçbir şifre içermeyen DNA (intron) parçaları içeriyor. Ki-
bb-1.jpg
mi genlerde eksonların farklı bileşimleri, farklı zamanlarda etkin oluyor ve her bileşim farklı bir proteinin üretimiyle sonuçlanıyor.
Uzun bir süre boyunca, seçenekli kesme sürecinin, DNA yazılımı (transkripsiyon) sıra­sında ender oluşan küçük bir atlamadan kay­naklandığı düşünüldü. Ancak araştırmacılar, bu durumun genlerimizin yarısında -kimileri­ne göre neredeyse tamamında- görülebildiğini ortaya çıkardılar. Bu bulgu, bu kadar az genle yüzbinlerce farklı proteinin üretiminin na­sıl mümkün olduğunu açıkla­ma yönünde atılmış önemli bir adım oldu. Ancak, DNA yazı­lım sisteminin, belirli bir za­manda, genin hangi parçasını okuyacağına nasıl karar verdi­ği, hâlâ gizemini koruyan bîr soru.
Aynı şey, belirli zamanlar­da ve yerlerde, hangi genlerin ya da gen takımlarının etkin hale geleceğini ya da etkinliği­ni durduracağını belirleyen mekanizmalar için de geçerli. Son araştırmalar, her genin, işlevini gerçekleştirebilmek için yüzlerce destek birime ge­reksinimi olduğunu gösteri­yor. Bunlardan bazıları, kim­yasal süreçlerle (örneğin DNA'ya asetil ya da metil grupları ekleyerek) geni etkin hale geti­ren ya da genin etkinliğini durduran protein­ler. "Transkripsiyon faktörleri'' adlı proteinler-se, genlerle daha doğrudan etkileşimde bulu­nuyorlar ve denetimleri altındaki gene yakın yerde bulunan bağlanma bölgelerine tutunu-yorlar. Seçenekli kesmede olduğu gibi, bağ­lanma bölgelerinin farklı kombinasyonlarının etkin hale getirilmesi de, genin İfade edilme sü­recini en iyi biçimde kontrol altında tutmayı sağlıyor; ancak araştırmacılar tüm bu düzenle­yici öğelerin gerçekte nasıl işlediğini ve seçe­nekli kesmeyle nasıl bir arada yer alabildikleri­ni henüz tam olarak anlayabilmiş değiller.
Son on yıl içinde, gen ifadesinin düzenlen­mesinde kromotin proteinlerinin ve RNA'nın ne kadar önemli roller oynadıklarını da anlaşıl­dı. Kromatin proteinleri, temelde kromozomla­rı düzgün sarmallar halinde tutarak DNA'yı bir anlamda paketlemiş oluyorlar. Kromatin, hafif­çe biçim değiştirerek, farklı genleri DNA yazılı­mı sistemine sokabiliyor.
Genlerde RNA'nın yönlendiriciliği de önem­li. Şu anda, geni kontrol eden diğer öğelerle birlikte, çoğu 30'dan az baz çifti içeren küçük RNA molekülleri de büyüteç altında. Daha ön­celeri ilgilerini mRNA ve diğer büyük RNA mo­lekülleri üzerinde yoğunlaştıran birçok araştır­macı, geçtiğimiz beş yıl içinde, bunların "mik-roRNA" ve "küçük çekirdek RNA'sı" gibi daha küçük akrabalarına yönelmiş bulunuyor. Orta­ya çıkan oldukça ilginç sonuçlara göreyse, kar­şımıza çeşitli biçimlerde çıkan bu RNA mole­külleri, 'kapanma' özelliğine sahip: açıldıkla-rındaysa gen ifadesini etkileyebiliyorlar. Bun­lar, aynı zamanda, organizmaların gelişiminde­ki hücre farklılaşmasında da önemli bir rol oy­nuyorlar; ancak işleme biçimleri tam olarak an­laşılmış değil.
Araştırmacılar, genlere ilişkin çeşitli meka­nizmaları tam olarak belirleyip tanımlama yo­lunda büyük adımlar attılar. Genetikçiler, ev­rim ağacının farklı dallarında yer alan organiz­maların gen haritalarını çıkararak düzenleyici bölgelerin yerini belirliyor ve seçenekli kesme gibi mekanizmaların nasıl evrildiğini kavrama­ya çalışıyorlar. Bu araştırmaların, söz konusu bölgelerin nasıl çalıştığını aydınlatacağı umu­luyor. Fareler üzerinde yapılan -düzenleyici bölgelerin çıkarılması ya da eklenmesi, RNA üzerinde oynamalar yapılması gibi- deneyler ve bilgisayar modellemeleri de bu çalışmalar İçin yararlı olacak. Ancak tüm bu gelişmelere karşın, temel soru uzun süre çözülmeden kala­cak gibi görünüyor: Tüm bu parçalar nasıl bir araya geliyor da bizi bütün bir organizma hali­ne getiriyor?
Pennisi E. "Why Do Humans Have So Few Genes"
Science, Temmuz 2005
Çeviri: Tuğba Can
Proton bozunur ma?
Herşeyin Kuramı'na göre kuarklar (ki proton­ları oluştururlar) bir şekilde leptonlara (örneğin elektronlara) dönüşebilirler; bu nedenle bozun-ma halindeki bir protonu yakalamak, parçacık fi­ziğinde yeni yasalar ortaya koyabilir.
Kütleçekiminin doğa­sı nedir?
Kütleçekimi, kuan-tum kuramıyla uyuşmu­yor; "standart model"e oturmuyor. Kütleçeki-mini mümkün kılan par-
bb-2.jpg
çacık şu ana kadar bulunabilmiş değil. New-ton'un elması, karmaşık bir sorunun kaynağı ola­rak yerini koruyor.
Neden zaman diğer boyutlardan farklı?
Zamanın, öteki üç uzamsal boyut gibi bir bo­yut olduğu ve zamanla uzay arasında ol­dukça sıkı bir ilişki bulunduğunu anlamak, biliminsanlarının bin yıllarını aldı. Görelie-lik kuramıyla ilgili denklemler anlamlı olsa da, neden "şimdi"ye ilişkin bir algımız ol­duğu ya da neden zamanın bu şekilde akıp gittiği sorularını açıklamada yetersiz kalı­yorlar.
Madde, neden karşımaddeden daha fazla?
Parçacık fizikçilerine göre, madde ve karşı-madde neredeyse aynı şeyler. (Karşımadde, mad­denin, onunla aynı kütleyi ve aynı özellikleri, ama ters elektrik yükü taşıyan karşılığına verilen isim.) Madde­nin çok yaygın, karşımaddenin de ender oluşu-nunu açıklama­sı, olasılıkla in­ce ayrıntılarda yatıyor.
bb-3.jpg
BİLİMveTEKNiK 40 Eylül 2005
CEVAP LANAMAYAN 125 SORU
GENETİK FARKLILIKLAR VE
BİREYSEL SAĞLIK BİRBİRİYLE
NE KADAR İLİŞKİLİ?
Doktorlar, anestezi sırasında süksinil kolin alan kimi hastaların normal biçimde uyanır­ken, kimilerinin de geçici felç ve solunum so­runları yaşamasının nedenlerini kırk yıl önce anladılar: Kimi hastalar, ilacın yavaş metaboli­ze edilmesini (enzimler aracılığıyla parçalan­masını) sağlayan kalıtımsal bir özellik taşıyor­lardı. Sonra, biliminsanlan yavaş işleyen süksi­nil kolin metabolizmasının izini sürerek belirli bir genin varyantına (farklı bir tipine) ulaştılar. Yaklaşık 3500 insandan biri bu gen varyantını taşıyor, bu da o kişiyi ilacın ciddi yan etkisi ba-kımından yüksek risk altında bırakıyor.
Süksinil kolin bilmecesinin çözülmesi, vü­cudun ilaca tepkisiyle genetik farklılık arasın­da kurulan ilk bağlantılar arasındaydı. Bundan sonra ilaç metabolizmasındaki küçük, ancak artan oranda görülen farklılıklar genetikle iliş-kilendirildi; bu da neden belirli ilaçların kimi hastalara yarar sağladığını, kimilerinde etkisiz kaldığını, diğerlerinde de zehir etkisi yarattığı­nı anlamamıza yardım etti.
Günümüzde genetik farklılığın, birçok has­talığa yakalanma riskinde de önemli rol oyna­dığı biliniyor. Alzheimer'dan göğüs kanserine kadar, hastalıklara yakalanmayı artıran riskler, gen varyantlarıyla ilişkilendiriliyor ve bunlar, kimi sigara tiryakilerinin neden akciğer kanse­rine yakalanırken kimilerinin yakalanmadığı örneğindeki gibi, nedenleri açıklamaya yardım edebilir.
Bu gelişmeler, genetik testlerle hastalık riskleri, hastalığın önlenmesi için önceden be­lirlenecek yollar ve tedavilerin belirlendiği bi­reysel tıp çağının eşiğinde, umutları biraz da aşırı biçimde artırdı. Ancak sorumlu DNA'yı (tabii gerçekten sorumluysa) bulmak ve bu bil­giyi genetik testlerle ortaya çıkarmak, sağlık bilimlerinin ulaşması gereken önemli bir he­def.
Farklı kanser tipleri, kalp krizi, lupus, dep­resyon gibi birçok hastalık, görünüşe göre be­lirli genlerin, vüdumuza giren nikotin ya da yağlı besinlerle etkileşimi sonucu ortaya çıkı-
yor. Bu çoklu gen etkileşimleri, tek bir genden kaynaklanan hemofili ve kistik fibroz gibi has­talıklarla karşılaştırıldığında daha karmaşık ve belirsiz. Tek bir genden kaynaklanan hastalık­larda, kliniklerde kanıtlanmamış gen testlerine maruz kalmadan istatistiksel analizler, dikkatli deneyler tekrar tekrar yapılabiliyor. Ancak, te­davi yöntemlerini belirlemek daha az karmaşık değil. Örneğin biliminsanları geçen yıl, kan kanserine karşı kullanılan dört ilaca gösterilen dirençle ilişkili 124 farklı gen buldular.
çalışmaları son hızda yol almakta. Psikiyatrik hastalıklar gibi başka alanlardaysa bu hız daha düşük. Şiddetli depresyon ya da şizofreni has­talarının, hangi ilacı hangi dozda alacaklarını belirleyecek testlerden görecekleri yarar çok büyük olsa da, bu hastalıklarda, astım gibile­rinden farklı olarak ilaca verilecek tepkiyi biyo­lojik olarak belirlemek zor. Bu gerçek, doğal olarak ilaç-genetik özellikler bağlantısını orta­ya koymayı da güçleştiriyor.
DNA dizilimi daha iyi anlaşılıp teknolojiler geliştikçe sağlığı etkileyen genetik desen açığa çıkacak gibi görünüyor. Genetik araçlar, hâlâ yapım aşamasında; örneğin yaygın hastalıkla­rın arkasındaki genetik farklılıkları ortaya çıka­racak "haploid genotip haritası" kullanılabile­cek, bu da genetik hastalıkların araştırmasını hızlandıracak.
Sonraki aşama, klinik olarak karar vermeyi sağlamak üzere DNA testleri tasarlamak ve kullanmak olacak. Daha önce de yaşandığı gi­bi, böyle testleri standart uygulamalara dönüş­türmek zaman alacak. Kalp krizi, akut kanser ya da astım atağı gibi acil durumlarda, böyle testler ancak hızlı sonuç alınabilirse işe yaraya­cak. Kapsamlı bireysel tıp, ancak ilaç şirketleri­nin talepleri sonucu ortaya çıkacak, araştırma ve geliştirme alanında çok büyük yatırımlar ge­rektirecek. Birçok şirket, genetik farklılıkları test etmenin ilaç piyasasını kısıtlayacağı ve kâ­rı düşüreceğinden endişeli.
Araştırmacılar, hala yeni fırsatlar arıyorlar. Mayısta, İzlanda'daki deCODE Genetics şirke­ti, ilaç devi Bayer'in deney aşamasında bıraktı­ğı astım ilacının, belirli gen varyantları taşıyan 170'den fazla hastada, kalp krizi riskini azalttı­ğını duyurdu. İlaç, bu genlerden biri tarafın­dan üretilen proteini hedef alıyor. Bu bulgu, DNA dizilimi, ilaçlar ve hastalıklar yavaş yavaş çözümlendikçe sırada bekleyen birçok iyi ha­berin öncüsü gibi görünüyor.
Couzin 1. 'To What Extent Are Genetic Variation and
Personal Health Linked" Science, Temmuz 2005
Çeviri: Tuğba Can
bb-4.jpg
Ancak, genler arasındaki etkileşimi belirle­mek, işin başlangıç noktası. Zorluklardan biri, özellikle astım ya da kimi çocukluk çağı kan­serleri gibi belirli yaşta az sayıda bireyi etkile­yen, kalıtımla doğrudan ilgili olmayan ve araş­tırılması zor hastalıklarda bu çalışmaları tek­rarlamak. Birçok klinik deneyde katılımcılar­dan düzenli olarak DNA örneği alınmıyor. Bu da biliminsanlarının genlerle hastalık ya da ila­ca tepki arasında ilişki kurmalarını zorlaştırı­yor. Bir seferde düzinelerce genin 'ifade'sinin İncelenmesini sağlayan "gen mikrodizilimi teknolojisiyle, değişken ve tutarsız sonuçlar alınıyor. Üstelik maliyetleri de gen çalışmaları­nı engelliyor.
Yine de, kanser, astım, kalp hastalıkları gi­bi bazı hastalıklarla ilgili genetik çözümleme
Kuarklardan daha küçük yapıtaşları var mı?
Atomların "bölünemez" olduğu söyleniyordu. Ancak, daha sonra biliminsanları protonları, nöt­ronları ve diğer atomaltı parçacıklarını, sonra da, bunları oluşturduğu anlaşılan kuark ve gluonları keşfettiler. Acaba bunlardan da kü- çük, daha temel yapıtaşları var mı?
Nötrinolar, kendilerinin karşı-parçacıkiarı mı?
Bununla ilgili birtakım deneyler sessiz sedasız yürütülmekte olsa da, kimse nötrinolar için yöneltilen bu temel sorunun yanıtını bilmiyor. Bu
soruyu yanıtlamak, evrendeki maddenin kökeni­ni anlamak bakımından, çok önemli bir adım ola­cak.
Etkileşim halindeki butun elektron
sistemlerini açıklayan birleşik bir kuram var mı?
Yüksek sıcaklık süperiletkenle-ri ve devasa manyetodirençli mal­zemelerin hepsinde elektonların birbirinden bağımsız değil, toplu ve uyumlu hareketleri sözkonusu. Ancak şu anda bunu anlamıza ya­rayacak ortak bir yapı yok.
bb-5.jpg
bb-6.jpg
Araştırmacıların üretebildiği en güçlü lazer hangisi?
Kuramcılar, yete­rince güçlü bir lazer alanının, fotonları elek-tron-pozitron çiftlerine parçalayabileceğin! söylüyor. Ancak hiç kimse bu noktaya ulaş­manın mümkün olup olmadığını bilmiyor.
Eylül 2005 41 BİLİMveTEKNİK
CEVAP LAN AMAYAN 125 SORU
İNSAN ÖMRÜ NE KADAR UZATILABİLİR?
Jeanne Calment, 1997 yılında Fransa'nın güneyindeki bir huzurevinde yaşama veda et­tiğinde, 122 yaşında ve belgelenmiş en uzun ömürlü insan konumundaydı. Ancak Cal-ment'ın hiç de olağan sayılamayacak olan bu konumu, bazı biyolog ve nüfusbilimcilerin tahminlerinin doğru çıkması durumunda, bir­kaç onyıl içinde parıltısını yitireceğe benzer. İnsanlarda ömür uzunluğuna ilişkin eğilim­lerden çıkarılan sonuçların, mayadan fareye birçok türde ortalama yaşam süresinin uzatıl­ması gerçeğiyle birleşmesi, bir grup bilimciyi ortalama insan ömrünün de 100-110 yıl civa­rında seyredeceği konusunda ikna etmeye yetmiş durumda. (Günümüz­de sanayileşmiş ülkelerde 100 yaş veya üstünde olanların oranı 10 bin­de 1 kadar.) Diğerleriyse bu kadar iyimser değil. Onlara göre de, başka türlerde bu açıdan varolan esneklik bizde olmayabilir. Bunun da ötesin­de, ömür uzatmaya yönelik deneme­leri insanlar üzerinde yürütmek, hem uygulama hem etik açısından bakıldığında neredeyse olanaksız gö­rünüyor.
Bundan yalnızca 20-30 yıl kadar önce, yaşlanma konusunu kapsayan araştırmalar oldukça durağan bir alan oluşturuyordu. Ancak molekü-ler biyologlar, yaşam süresini uzat­mak için yollar aramaya başladıktan sonra, bu sürenin oldukça değişken olabileceğini gördü­ler. Sözgelimi, insülin almacına benzer bir al­macın etkinliğini düşürmek, bazı solucanların ömrünü ikiye katlayarak onlar için inanılmaz bir değere, 6 haftaya çıkarıyordu. Aldıkları be­sin miktarı büyük ölçüde düşürülen, ancak yi­ne de besleyici niteliği yüksek yiyecekler veri­len bir fare türününse normalden % 50 kadar daha fazla yaşadığı ortaya çıktı.
Tabii bu etkilerin bir kısmı türe özgü olabi­lir; bir solucanın, yaşamı için kritik önem taşı­yan ve kış uykusunu andıran bir duruma geçe­biliyor olması gibi. Ayrıca, solucanlar ve mey-vesinekleri gibi, yaşlanmanın en sıklıkla gecik-
tirilebildiği türler, yaşam süresine ilişkin uygu­lamalara en çok yanıt veren türler olabilir.
Bu konudaki başarılı yaşlaşımlarsa, birkaç kilit alana odaklanmaya başlamış durumda: kalori alımının kısıtlanması, bir protein olan "insüline benzer büyüme fastörü-1" (IGF-1) düzeyinin düşürülmesi ve vücut dokularında oksidasyona bağlı olarak oluşabilecek hasar­ların önlenmesi. Bu üç etkenin birbirlerine bağlı olabileği düşüncesiyse henüz kesin bir şekilde doğrulanmış değil. (Ancak bilinen bir gerçek, kalori kısıtlamasına tabi hayvanların IGF-1 düzeylerinin de düşük olduğu.)
bb-7.jpg
olduğu için çalışma sonuçlarından en çok ya­rar görmesi beklenen genç gönüllülerden alı­nan verileri toplamak öylesine uzun zaman alacak ki, sonuçlar nihayet biraraya geldiğin­de, çalışmayı başlatanlar çoktan ölüp gitmiş olacak!
Uzun yaşama becerilerini belki de atala­rından almış olan 100 yaş ve üzerindekileri kapsayan genetik çalışmalaraysa, olası yeni bakış açılarının bir kaynağı gözüyle bakılı­yor. Birçok biliminsanı, ortalama insan ömrü­nün doğal bir üst sınırı olduğuna inanmakla birlikte bu sınırın 85 mi, 100 mü, 150 mi ol­duğu konusunda fikir birliği içinde değiller.
En önemli ve yanıtlanması en güç sorulardan biriyse, tüm bu yaşlanma yavaşlatma, ömür uzatma çalışmaları­nın ana hedefinin ne olduğu. Bilimin-sanları ister istemez yaşamı, en yıp­ranmış döneminde uzatmak yerine, yaşlanmayı yavaşlatacak ve yaşlılığa bağlı hastalıkları dışlayacak yöntem­leri yeğliyorlar. Ancak yaşlanma süre­cini yavaşlatmanın bile tahmin edile­meyecek kadar derin toplumsal etki­leri olabilir.
Sonra, adalet sorunu da var. Yaş­lanma önleyici yöntem ve tedaviler ulaşılabilir hale gelirse, ne ölçüde pa-halı olacaklar? Bunlardan kimler ya­rarlanabilecek? Maddi güçleri kendi yaşamla­rını uzatmaya uygun bireyler olsa da aynı şe­yi bunca populasyon için söylemek fazla id­dialı olsa gerek. Gerçi, nüfusbilimciler ortala­ma yaşam süresinin, onyıllardır olduğu gibi tırmanmaya devam edeceğine inanıyorlar. Eğer bu gerçekleşirse, yaşam süresindeki ar­tışın çoğu, kalp hastalıkları ve kanserin ön­lenmesi gibi gerçekleşmesi daha mümkün stratejilerle sağlanabilir. Bununsa, uzun bir yaşamın sonunu da daha dayanılabilir, daha kolay hale getireceği kesin.
Couzin, J. "How Much Can Human Life Be Extended"
Science, 1 Temmuz 2005
Çeviri: Zeynep Tozar
Bu stratejilere yönelmek insanların daha uzun yaşamasına yardımcı olabilir mi? Ve olup olamayacağına nasıl karar vereceğiz? Kanser ya da kalp hastalıklarının tedavisi için öne sürülen ilaçlardan farklı olarak, yaşlan­maya karşı uygulanacak yöntemlerin yararla­rı sorgulanmaya daha açık. Bu da çalışmaları planlama ve yorumlamayı daha zor kılıyor.
En basitinden güvenilirlik kesin değil. Ka­lori kısıtlamasının laboratuvar hayvanlarında doğurganlık düzeyini düşürdüğü, ayrıca da­ha uzun yaşamaları sağlanmış laboratuvar sineklerinin" doğal ortamda yaşayan soydaş-larıyla rekabet edemedikleri saptanmış. Da­hası, özellikle de yaşlanma düzeyleri asgari
Camsı yapıların özelliği nedir?
Camdaki moleküller, sıvıdakilere benzer şe­kilde düzenlenmiş olmakla birlikte, daha sıkı pa­ketlenmiş durumdadırlar. Sıvının bitip camın baş­ladığı yer neresi?
bb-8.jpg
Yüksek atom numarasına sahip kararlı ele­mentler var mı?
184 nötron ve 114 protonlu bir süperağır element, görece kararlı olsa gerek. Tabii fizikçi­ler onu elde edebilirlerse.
bb-9.jpg
Suyun yapısı nedir?
Araştırmacılar, her bir H2O molekülünün, en yakındaki komşula­rıyla kaç bağ yaptığı ko­nusunda birbirleriyle di­dişmeye devam etmek­teler.
'Anlamlı' kimyasal sentezin bir sınırı var mı?
Sentetik moleküller büyüdükçe, bun­ların biçimlerini denetlemek ve işe yara­yacak sayıda kopya elde etmek de o ka­dar güçleşir. Yaratılarının büyüyüp dur­masını engellemek için, kimyacıların ye­ni araçlara gereksinimleri olacak.
Eylül 2005 43 BİLİMveTEKNİK
CEVAPLANAMAYAN 125 SORU
ORGAN YENİLENMESİNİ KONTROL EDEN ŞEY NE?
Otomobillerden farklı olarak insanlar ya­şamlarının büyük kısmını kendi orijinal par­çalarıyla geçirmeyi başarırlar. Elbette organ­lar da bazen iflas eder, ancak en azından şim­dilik motor tamiri ya da yeni bir su pompası için bir makine ustasına gidemiyoruz. Tıp dünyası, geçtiğimiz yüzyıllarda insan yaşamı­nı kısaltan enfeksiyon gibi akut (kısa dönem­li) tehditlerin pek çoğunu geri püskürttü. Şimdiyse, sanayileşmiş ülkelerdeki en önemli sağlık sorunlarını, kronik hastalıklar ve bozu­lan organlar oluşturuyor. Ve nüfus yaşlandık­ça bunun önemi daha da artacak. Organ ve dokuları yeniden inşa eden rejeneratif tıp, belki de 20. yüzyılın antibiyotiklerinin 21. yüzyıldaki karşılığı olacak. Bunun olabilmesi için araştırmacıların önce yenilenmeyi kon­trol eden sinyalleri anlamaları gerekiyor.
Araştırmacılar yüzyıllar boyunca, vücudu­muzdaki uzuvların kendilerini nasıl yeniledi­ğini çözmeye çalıştılar. Örneğin, 1700'lerin ortalarında İsviçreli araştırmacı Abraham Trembley, tatlı suda yaşayan ve vücutları tüp şeklinde canlılar olan hidraların, parçalara doğrandıklarından yeniden bütün birer orga­nizma haline gelebildiklerinden sözetmiş. Dö­nemin diğer biliminsanları, semenderlerin, koparı kuyruklarının yerine yenisini geliştire­bilme yeteneklerini incelemişler. Bir yüzyıl sonra, Thomas Hunt Morgan, 279 parçaya bö­lündüğünde bile kendisini yenileyebilen bir yassı solucanlar olan planaryayı incelemiş. Ancak yenilenmenin, kontrol edilmesi zor bir sorun olduğu kararına varmış ve planaryaları bir yana bırakarak meyvesineklerine yönel­miş.
Daha sonra biyolojide Morgan'ın izinde ilerlenerek, genetik ve embriyonik gelişmele­ri çalışmak için uygun olan hayvanlar üzerine odaklanılmış. Ancak bazı araştırmacılar yeni­lenmenin yıldızlarıyla çalışma konusunda ıs­rarcı davranarak, bu organizmaların genetiği­nin üstesinden gelmek için yeni stratejiler ge­liştirmişler. Şimdilerdeyse bu çabaların yanısı-ra, kendini yenileme örneği olarak üzerinde çalışılan bazı yeni hayvanlar (zebra balıkları ve bazı fare soyları gibi), yenilenmeyi yönlen-
diren ve önleyen güçleri ortaya çıkarmaya başlamış durumda.
Hayvanlar, organlarını yenilemek için üç ana strateji kullanıyorlar. İlkinde, semender­lerin kalplerinde olduğu gibi, normalde bö­lünmeyen ve işler durumdaki organ hücreleri çoğalarak, kaybolan dokuyu yeniden oluştur­mak üzere gelişebiliyorlar. İkinci stratejide, özelleşmiş hücreler kendi temel işlevlerini yapmak yerine önce, özelleşme süreçlerini ge­riye çevirerek almış oldukları 'eğitimi' sıfırlı­yor, sonra da kaybolan kısmı yeniden oluştur­mak üzere yeniden özelleşiyorlar. Semender­ler bu stratejiyle kopmuş kol, bacak gibi uzuvlarını iyileştirip yeniden oluşturuyorlar. Zebra balıkları da yüzgeçlerini yenilemede bu yolu kullanıyorlar. Üçüncü stratejideyse, kök hücre havuzlan işin içine giriyor ve gerekli onarım ve yenilemeleri yerine getiriyor.
den oluşturuyorlar. Biz de embriyo dönemin­de uzuvlarımızı şekillendirmek için benzer yolları kullanıyoruz; ancak olasılıkla yenilen­me için gerekli olan hücre bölünmesi kanser riskini yükselttiğinden, evrim süreci, bu yete­neğimizi yetişkinlik döneminde uygulama öz­gürlüğünü elimizden almış olabilir. Bunun yerine adımları hızlandırmak daha fazla yara dokusu anlamına gelse de, enfeksiyonları ge­ri püskürtmek için yaraları hızla iyileştirme yeteneğini geliştirmiş olabiliriz. Semenderler gibi canlılar hem yaralarını iyileştirebiliyorlar hem de yepyeni dokular oluşturabiliyorlar. Fibrotik doku oluşumunun önlenmesi, yenile-nebilme ve yenilenememe arasındaki fark an­lamına gelebilir: Fare sinirlerine, yara oluşu­mu önlenecek şekilde deneysel olarak hasar verildiğinde, sinir canla başla kendini yenile­yip uzabiliyor; ancak yara oluşursa sinirler kuruyuş gidiyor.
Yenilenmenin gizlerinin çözülmesi, yarala­rı iyileştirme sürecimizi, kendilerini yenileye­bilen hayvanlarınkinden ayıran şeyin ne oldu­ğunu anlamamıza bağlı. Bu, ince bir fark olsa gerek. Araştırmacılar, bir fare soyunun üyele­rinin, birkaç hafta içinde kulak deliklerini ka-payabildiklerini belirlemişler. Bu, tipik türle­rin asla yapamadığı bir şey. Bu etkinin teme­lini, görece makul sayıdaki genetik değişiklik­lerin oluşturduğu düşünülüyor. Belki, yalnız­ca bir avuç genimizde değişiklikler yapmak, bizleri de kendi kendimizi iyileştirebilir, yeni­leyebilir duruma getirmeye yeterli olacak. An­cak biliminsanları, insanlarda bu süreci baş­latmakta başarılı olurlarsa, yeni sorular orta­ya çıkacak: Yenileme yeteneğine sahip hücre­lerin çığrından çıkıp canları istediği gibi et­kinlik göstermesini engelleyen şey ne? Yenile­nen bölgelerin doğru boyutlarda, doğru bi­çimde ve doğru konumda olmalarını sağlayan denetim mekanizması ne? Araştırmacılar bu bilmeceleri çözebilirlerse, belki bir gün yal­nızca arabalarımız için değil, kendimiz için de yedek parça siparişi verebilir duruma gelece­ğiz.
Davenport R.J., "What Controls Organ Regeneration", Science, 1
Temmuz 2OO5 Çeviri: Meltem Yenal Coşkun
bb-10.jpg
İnsanlar da bu mekanizmalardan belli bir dereceye kadar yararlanmaktalar. Örneğin ka­raciğerin bir bölümünün ameliyatla alınma­sından sonra geride kalan karaciğer hücrele­ri, organın eski özgün ölçülerine gelmesi için büyüme ve bölünme mesajları almaya başlı­yor. Araştırmacılar, uygun bir biçimde 'ikna' edildiklerinde, bazı özelleşmiş insan hücrele­rinin, henüz olgunlaşmamış bir evreye dönüş yapabildiklerini keşfetmişler. Kök hücreler de kan, deri ve kemiklerimizi yenilemeye yardım­cı oluyorlar. Öyleyse neden kalplerimiz yara dokularıyla dolu, göz merceklerimiz neden bulutlanıyor ve neden beyinlerimiz ölüyor?
Semender ve planarya gibi hayvanlar, em­briyonik gelişim sırasında vücut yapısının şe­killenmesini yönlendiren genetik mekanizma­yı yeniden harekete geçirerek dokuları yeni-
bb-11.jpg
Fiizyon, her zaman "geleceğin enerji kay­nağı" olarak mı kalacak?
Fiizyon enerjisinden bir enerji kaynağı olarak yararlanmamıza, yaklaşık son 50 yıldır "yalnızca 35 yıl kaldı"(!) Ve Öyle görünüyor ki, uluslarara­sı bir zeminde işbirliği yapılmadığı sûrece en az birkaç onyıl daha "yalnızca 35 yıl kalmaya" de­vam edecek!
Güneş'in manyetik döngüsü, gücünü nere­den alıyor?
Güneş'in yaklaşık her 22 yılda bir tamamla­nan "güneş lekesi döngüsü"nün, Güneş'in farklı bölümlerindeki farklı dönüş hızlarından kaynak-
landığı düşünülüyor. Tek sorun, bu işleyişin bil­gisayar benzetimlerinde (simülasyon) bir türlü gerçekleştirilememiş olması. Ya bir ayrıntıda so­run var, ya da herşeye sıfırdan başlamak gereke­cek.
Gezegenler nasıl oluşur?
Toz ve buz parçalarıyla gaz kümelerinin, Gü­neş onları yutup yok etmeden nasıl olup da bira-raya gelerek gezegenleri oluşturdukları hâlâ tüm açıklığıyla bilinmiyor. İpuçları, büyük olasılıkla başka yıldızların çevrelerindeki geze­gen sistemlerinden gelecek.
bb-12.jpg
Fotovoltaik pillerin ulaşabildiği en büyük verimlİk nedir?
Geleneksel güneş pilleri, güneş ışığındaki enerjinin en fazla %32'sinİ elektriğe çevirebiliyor. Acaba araştırmacılar bu sınırı aşabilecekler mi?
BiLİMveTEKNİK 44 Eylül 2005
CEVAP LANAMAYAN 125 SORU
DERİ HÜCRESİ SİNİR HÜCRESİ HALİNE NASIL GELEBİLİR?
Tıpkı metalleri altına çevirecek bir iksir arayışındaki ortaçağ simyacıları gibi, biyolo­jinin modern simyacıları da, normal deri hücrelerim kök hücrelerine dönüştürmek, hatta tümüyle bir canlı oluşturmak için yu­murta hücresi öncülü olan "oosit'leri nasıl kullanacaklarını öğrendiler. Biliminsanları artık sığır, kedi, fare, koyun, keçi ve domuz gibi hayvanlar elde etmek amacıyla neredey­se rutin bir biçimde çekirdek transferleri ya­pabiliyorlar. Hatta, Mayıs ayında Koreli bir ekibin açıklamasına göre, insan embriyonik kök hücrelerinin bile transferi yapılmakta. Amaçlan, bir adım daha ileri gitmek ve daha önce tedavi edilemeyen hastalıklar için, kök hücreler yoluyla tedavi yollan geliştirmek. Ancak, ortaçağ simyacıları gibi, bugünün klonlama ve kök hücre biyologları da, tü­müyle anlayamadıkları süreçlerle uğraşıyor­lar. Çünkü, çekirdeği yeniden programlamak için oositin içinde gerçekte neler olduğu hâ­lâ bir sır ve biliminsanlarının, hücrelerin farklılaşmasını, tıpkı doğanın gelişim progra­mının döllenen yumurtadan her seferinde canlı bir bebek oluşturacak biçimde çeşitli hücreler oluşturması gibi rahatça yönetebil-meleri İçin, öğrenecekleri çok şey var.
Araştırmacılar, yarım yüzyıldır oositin ye­niden programlama yeteneklerini araştırı­yorlar. 1957'de gelişim biyologları ilk olarak yetişkin kurbağa hücrelerinin çekirdeğini kurbağa yumurtalarının içine yerleştirebile­ceklerini ve genetik olarak tümüyle aynı olan düzinelerce iribaş (kurbağa yavrusu) oluşturabileceklerini keşfettiler. Ancak 50 yıl geçmesine karşın oositlerin hâlâ anlaya­madığımız sırları var.
Yanıtlar, hücre biyolojisinin derinlerinde yer alıyor. Biliminsanlan, gelişmeyi kontrol eden ve erişkin hücrelerde genelde kapalı olan genlerin, her nasılsa, oositçe tekrar açı­labildiğini ve böylece hücrenin yeni döllen­miş bir yumurtanın potansiyeline sahip ola­bildiğini biliyorlar. Ancak bu açma-kapama mekanizmasının normal hücrelerdeki işleyi­şine ilişkin bilgileri daha az; özellikle de çe-
kirdek aktarımı sırasında meydana gelen bu olağandışı tersine çevrilmeye ilişkin bilgileri. Hücreler farklılaştığında, DNA'ları daha sıkı paketleniyor ve artık gerekli olmayan ya da ifade edilmemesi gereken genler engelle­niyor. DNA, histon adı verilen proteinlerin etrafına sıkıca sarınıyor ve genler daha son­ra, hücredeki protein üreten mekanizmala­rın onlara ulaşmasını engelleyen metil grup­larıyla işaretleniyor. Pek çok çalışma, bu me­til gruplarını uzaklaştıran enzimlerin, çekir­dek transferinin başarıya ulaşmasında kritik öneme sahip olduğunu göstermiş; Ancak, ge­reksinim duyulan tek şey değiller.
bölünmesi sırasında kromozomlara rehber­lik eden protein yapısıyla, gerekli genleri aç­mada anahtar bir rol oynuyor olabilir. Bu durumda, bir hücrenin saatini geri döndüre-bilecek bir protein iksiri geliştirmek, yine kolay erişilemeyecek bir nokta.
Oositin gücünü gerçekten kullanmak için, araştırmacıların kök hücrelerinin gelişi­mini yönetmeyi ve onları belirli dokuları oluşturmak üzere yönlendirmeyi öğrenmele­ri gerekiyor. Kök hücreler, özellikle de em­briyonik olanları, kendiliğinden düzinelerce hücre tipi oluştururlar; ancak, bu gelişmeyi yalnızca bir hücre tipi üretmek amacıyla kontrol altında tutmak zordur. Bazı araştır­macılar, embriyonik kök hücrelerden, sinir hücrelerinin bazı türlerinin neredeyse saf kolonilerini üretmeyi başarmış olsalar da, hiç kimse, sözgelimi Parkinson hastalığında azalan dopamin üretici sinir hücrelerinin ye­rini alabilecek bir hücre reçetesi hazırlaya­bilmiş değil.
İşaretlerin, bir hücreyi kendi nihai kade­rine yönlendirmek üzere birbirlerini nasıl et­kilediği, yeni yeni anlaşılmakta. Gelişimsel biyolojideki onlarca yıllık çalışmalar bir baş­langıç noktası sağlamış durumda: Biyolog­lar, gelişmekte olan bir hücrenin kemik ya da kas hücresine dönüşürkenki kararlılığını kontrol eden temel genlerin bazılarını belir­lemek için mutasyona uğramış kurbağalar, sinekler, fareler, civcivler ve balıklar kullan­dılar. Ancak, bir genin yokluğunda neyin yanlış gittiğini gözlemlemek, bir kültür taba-ğındaki farklılaşmayı düzenlemeyi öğren­mekten çok daha kolay. Kabaca 25.000 in­san geninin, dokuları oluşturmak üzere hep birlikte nasıl çalıştıklarını anlamak ve olgun­laşmamış bir hücrenin gelişimine rehberlik etmeleri için doğru genleri devreye sokmak, araştırmacıları daha on yıllarca meşgul ede­cek.
bb-13.jpg
Biliminsanları oositin sırlarını çözebilir­lerse, oositlerin kendini kullanmadan onla­rın becerilerini kopyalamak olası hale gelebi­lecek. Böylece, bilim camiası hem oositlerin elde edilmesinin zorluğundan kaynaklanan, hem de kullanımlarının doğurduğu etik so­runlardan kurtulmuş olacak. Bu başarılabi-lirse uygulamalar da çok geniş olacak elbet­te. Laboratuvarlar, hastalardan alınan hücre­leri gençleştirebilecek, belki daha sonra bun­ları ileri yaş ya da hastalık nedeniyle yıpra­nanları onarmak üzere, yeni dokular haline dönüştürebilecekler.
Ancak, biliminsanlan böylesi hücresiz bir simyayı yaratabileceklerinden hiç de emin değiller. Çünkü, yumurtanın kendisi, hücre
Vogel, G-, "How Can a Skin Cell Become a Nerve Cell",
Science, 1Temmuz 2005
Çeviri: Meltem Yenal Coşkun
Buzul çağlarına neden olan şey ne?
Yaklaşık her 100.000 yılda bir ortaya çıkan buzul çağlarının, gezegenimizin Güneş çevresin­de aldığı yol boyunca bir şekilde geçirdiği küçük sarsıntılar, yalpalamalar, eğim değişikliklerinin-den kaynaklandığı düşünülüyor. Ancak elimizdeki tomarlarca iklim kaydı bile, bunun kesin nedenini açıklayabilmemize yeterli olamamış durumda.
Dünya'nın manyetik alanındaki ter­sinmelere neden olan şey ne?
Bilgisayar modelleri ve İaboratuvar deneyleri, Dünya'nın manyetik kutupla-
rının nasıl tersyüz olduklarına ilişkin yeni veriler ortaya çıkarmaktalar. Ancak asıl mesele, bilgisa­yar benzetimlerini, manyetik alanın yeterince faz­la sayıdaki özelliğiyle eşleştirip, ikna edici bir tablo ortaya çıkarmakta.
İşe yarar tahmin­ler yapılmasına olanak sağlaya­cak deprem ha­bercileri var mı? Çok yakında gerçekleşecek bir depremle ilgili işa-
bb-14.jpg
retler bulma ümidi, 1970'lerden beri giderek za­yıflıyor. Fayların dinamiğini anlamada aşama kay­detmekte olduğumuz kesinse de, yakın tahminle­ri rutine bağlamak, şu an için bize biraz ulaşılmaz görünen devrimsel adımların atılmasına bağlı.
Güneş Sistemi'nin Dünya dışındaki bir ge­zegeninde yaşam var mı, ya da var mıydı?
Güneş Sistemi içinde yaşamın ya da geçmiş ya­şamın arayışı, şu sıralarda NASA'nın gezegensel keşif programının temel itici gücü durumunda. Bu programın odak noktası, yaşamın oluşmasına uy­gun olabilecek ilk dönemlerinde, bol miktarda su­ya sahip olduğu düşünülen Mars gezegeni.
Eylül 2005 45 BİLİMveTEKNİK
CEVAP LANAMAYAN 125 SORU
TEK BİR BEDEN HÜCRESİ,
NASIL BÜTÜN BİR BİTKİYİ
OLUŞTURABİLİYOR?
Bitkiler, yaşamda kalabilmek ve nesillerini sürdürebilmek için büyük güçlüklere göğüs germek zorundalar. Köklerini suya doğru uza-tabilmeleri ve yapraklarını güneşe doğru çevire-bilmeleri gibi sınırlı hareketlerinin yanında, kendilerine eş bulabilmek ya da avcılarından korunabilmek için fazla seçenekleri yok. Bunu telafi edebilmek için, değişik hasar tamir meka­nizmaları ve sperm ile yumurta birleşmeksizin üremelerini sağlayacak stratejiler geliştirmiş du­rumdalar. Bazı bitkiler, kök-gövde ya da yumru­larından çıkan filizler yardımıyla üreyebilirler­ken, bazıları daha kökten çözüm yolları üret­mişler. Turunçgiller ailesinin üyesi olan ağaçla­rın büyük bir kısmında, döllenmemiş eşey hüc­relerinin çevresini saran dokulardan embriyo gelişimi görülüyor. Bu, hayvanlar alemi üyeleri­nin hiçbirinin asla başaramayacağı bir şey. Bir ev bitkisi olan Bryophyllum, yapraklarının ke­narlarından embriyo sürgünleri verebiliyor.
Biliminsanları, yaklaşık 50 yıl önce, havuç hücrelerini benzer bir embriyo gelişimi konu­sunda 'ikna edebileceklerini' gördüler. O zaman­dan bu yana, kahve, manolya, gül ve mango gi­bi çok sayıda bitkinin çoğaltılmasında, sözkonu-su embriyo geliştirme tekniği kullanıldı. Bir Ka­nada firması, birkaç ovmanın tamamına, yaşam­larına doku kültürlerinde başlayan köknar ağaç­ları dikti. Ancak, tıpkı hayvanları klonlamakla il­gilenen araştırmacılar gibi, sözkonusu botanik­çiler de bu sürecin nasıl kontrol edildiğini tam olarak anlayabilmiş değiller. Cevabın bulunması, gelişim sürecinde hücrelerin kaderlerinin nasıl belirlendiği ve bitkilerin nasıl olup da esneklik­lerini yitirmediği konularını aydınlatacak.
Biliminsanlan henüz hangi hücrelerin em-briyogenez (embriyo oluşturacak şekilde geli­şim gösterebilme) yeteneğine sahip oldukları konusunda yeterli bilgiye sahip değiller. Geçmiş çalışmaların tüm bitki hücrelerinin eşit miktar­da esnekliğe sahip olduğunu kabul etmesine karşın, yakın zamana ait bulgular yalnızca belir­li hücre tiplerinin embriyolara dönüşebilme ye­teneğine sahip olduğunu gösteriyor. Ancak, bu
bb-15.jpg
hücrelerin değişime geçişten hemen önce nasıl göründükleri bilinmiyor. Araştırmacılar, bu gö­rünümleri tespit edebilmek için yaptıkları çalış­malardan başarılı sonuçlar alamadılar. Embriyo­ların gelişmekte odluğu kültürlerin video kayıt­larında bile, filizlenmek üzere olan hücrelerde herhangi bir görsel ipucu bulamadılar. Belirli gen ifadesi seyirlerine ilişkin boyama denemele­ri de sonuçsuz kaldı.
Aslında biliminsanlarmın elinde, bu süreçte hangi moleküllerin rol oynuyor olabileceğine ilişkin ipuçları mevcut Örneğin, oksinler olarak bilinen bitkisel hormonların yapay bir görevde-şi olan 2,4-diklorofenoksiasetik asit adlı bitki öl­dürücü ilacın, kültüre alınmış bitki hücrelerinin uzamasına, hücre duvarı sentezine ve yeni em­briyolar oluşturmak üzere bölünmeye başlama­larına neden olduğu biliniyor. Bitki bünyesinde çok çeşitli görevleri olan oksinlerin de, vücut hücrelerinden embriyo gelişimi süreci üzerinde
etkili olabileceği düşünülüyor. En azından Bryophyllum bitkisinde yaprakların kenarların­dan çıkan embriyolar, büyük olasılıkla, yaprak uçlarında yüksek miktarda bulunan oksin hor­monlarının etkisi altındalar. Yakın zamanda ya­pılan çalışmalar ayrıca, Arabidopsis bitkisinde bulunan bazı genlerin normalden daha düşük ya da daha yüksek oranlarda ifadesinin, normal görünümlü yaprak hücrelerinde embriyogenezi uyarabildiğini ortaya koydu.
Eşey hücrelerinden bağımsız embriyo gelişi­minin gizeminin çözülebilmesi, bitkilerin büyü­meyi kontrol altında tutarken bir yandan da ge­lişim kurallarına karşı esnek kalabilmelerini sağlayan hücresel şalterleri konusunda bilimin-sanlarına çok değerli bilgiler verebilir. Gelişim biyologları, bu mekanizmaların bitkilerde ve hayvanlarda ne şekilde değişiklik gösterdiğini öğrenebilmek için can atıyorlar. Bu mekanizma­ların aydınlığa kavuşması ayrıca, ekonomik açı­dan önem taşıyan bitkilerin, laboratuvar koşul­ları altında yeni tiplerinin de geliştirilebilmesini sağlayacağı için, büyük olasılıkla üreticileri ve tüketicileri de son derece mutlu edecek.
bb-16.jpg
Vogel, G. "How Does a Single Somatic Cell Become A Whole Plant",
Science, 1 Temmuz 2005
Çeviri: Deniz Candaş
Doğada belli moleküllerin hep aynı kimyasal simetriye sahip olmasının kökeni neye daya­nıyor?
Moleküllerin bileşiminde yer alan atom­lar, belirli karbon atomlarının etrafında bu- lunma düzlemlerine göre, moleküllere sağa ya da sola yönelimli kimyasal simetri özelli­ği kazandırıyorlar. Doğada bulunan çoğu bi-yomolekül, birbirinin ayna görüntüsü' olarak ka­bul edilebilecek her iki simetriye de sahip olacak şekilde sentezlenebiliyor. Ancak, canlıların bünye­sinde yer alan aminoasitler sol yönelimli, şeker molekülleri de sağ yönelimli olarak sentezleniyor. Bu tercihin kökeniyse, hâlâ bir sır.
Proteinlerin nasıl katlanacaklarım tahmin debilmek olası mı?
Protein moleküllerinin biyolojik etkinlik­leri, düz zincirli hallerinin belirli şekiller-de katlanması sonucu belirleniyor. Bir protein molekülünün katlanabilmesi için neredeyse sonsuz sayıda olasılık bulunu­yor. Ancak, proteinler onlarca mikrosani-ye (mikrosaniye : saniyenin milyonda biri) adar kısa bir süre içinde bu kombinasyonlardan angisi seçeceklerine karar verebiliyorlar. Aynı işi bir bilgisayarın yapabilme süresiyse, 30 yıl. İnsan vücudunda kaç protein bulunuyor? Genlerimizi saymak zaten yeterince zor ve
bb-17.jpg
uzun bir süreç oldu. .Bu genlerden sentezlenen proteinlerin farklı biçimlerde belirli bölgelerinden kesilip bünyelerine yeni etkin grupları ekleyebilme yeteneklerini de düşünecek olursak, vücudumuzda bulunan proteinlerin sayısını belirlemek şimdilik olanaksız görünüyor.
Proteinler, eşlerini nasıl buluyorlar?
Proteinlerin birbirleriyle etkileşimi, bir anlam­da yaşamın merkezine oturuyor. Eş moleküllerin saniyeler içinde ve belirli konumlarla bir araya na­sıl gelebildiklerini anlayabilmek için, araştırmacıla­rın, hücrelerin biyokimyası ve yapısal düzenlenme­siyle ilgili daha çok yol almaları gerekiyor.
BİLİMveTEKNİK 46 2005
CEVAP LANAMAYAN 125 SORU
BİLİNCİN BİYOLOJİK TEMELİ NEDİR?
Yüzyıllar boyunca, insan bilincinin doğası üzerine tartışmalar, filozofların özel alanıyla sı­nırlı kaldı. Ancak, son yıllarda bilinç üzerine ya­zılmış çok sayıda kitap bir gösterge olarak ka­bul edilirse, değişim ortada: artık biliminsanları da oyuna girmiş durumda.
Bilincin doğası, sonunda felsefi bir sorun ol­maktan çıkıp, deneyler yoluyla çözülebilecek bi­limsel bir sorun haline geldi mi? Bu konuyla il­gili birçok soru gibi bunun da yanıtı, sorunun kime sorulduğuna bağlı olarak değişiyor. An­cak, bu çok eski, "kaygan" soruya duyulan bi­limsel ilginin önem kazandığı görülüyor. Şimdi­ye kadar bu konuda çok sayıda kuram öne sü­rülmüş olsa da, sağlam verilere az rastlanıyor.
İnsan bilinci konusundaki tartışmalar, 17. yüzyılın ortalarında, bedenle zihnin tümüyle farklı malzemelerden yapılmış olduğunu Öne süren Fransız filozof Rene Descartes'tan büyük ölçüde etkilenmişti. Descartes'a göre bunun ne­deni, bedenin hem zaman hem de uzayda var olması, zihninse uzaysal bir boyutunun olma­masıydı.
Günümüzde, insan bilincini açıklamaya yö­nelik bilimsel temelli yaklaşımlar, genellikle Descartes'ın çözümünü reddediyor; kuramların çoğu, bedeni ve zihni, aynı şeyin farklı yönleri olarak ele alıyor. Bu bakış açısına göre, bilinç, beyindeki sinir hücrelerinin özelliklerinden ve düzenlenişinden kaynaklanıyor. Ancak, nasıl? Biliminsanları, nesnel gözlem ve ölçümlere bağ­lı kalarak, bilincin kişisel ve öznel dünyasına nasıl erişebilirler?
Yaralanma sonucu bilinçlerini yitirmiş nöro­loji hastalarından, bununla ilgili ipuçları elde edilmiş. Evrimsel geçmişi eskiye dayanan beyin-kökündeki belli yapılar zarar gördüğünde, in­sanlar bilinçlerini tümüyle yitiriyor, komaya ya da bitkisel yaşama giriyorlar. Bu yapılar, bilin­cin en önemli anahtarı olabilir; ancak tek kay­nağı olmadıkları biliniyor. Araştırmacılar, bilin­cin farklı yönlerinin, beynin farklı bölümlerince "üretildiğini" sanıyorlar. Örneğin, beyinkabuğu-nun (serebral korteks) görmeden sorumlu böl­gelerinin zarar görmesi, yalnızca görsel farkın-dalıkta ilginç kayıplara yol açabiliyor. D.F. ola­rak bilinen ve üzerinde ayrıntılı çalışmalar yapı-
bb-18.jpg
algılama süreci boyunca belirli sırayla etkinle-şen sinir hücrelerini belirlemeye ve algılamanın rotasını çizmeye çalışıyorlar. Bu sinir hücreleri­nin, kendilerini bilinçli görsel farkındalıkta rol oynayan sistemlere götüreceğini; sonunda da, gözün ağtabakasına çarpan belli özellikteki fo-tonların, nasıl olup da (sözgelimi, bir gülü) gör­me deneyimine dönüştüğünü açıklayabilmeyi umuyorlar.
Şu sıralar, bilincin yalnızca belli parçalarını ele alan deneyler yürütülüyor. Bu deneylerden yalnızca çok azı bilinçli insan zihninin en gi­zemli yönünü hedef alıyor: benlik duygusu. Bu konudaki deneysel çalışmaların başlamış olma­sı önemli bir aşama. Bu çalışmaların sonuçlan, bilincin, sinir hücrelerinin karmaşık etkileşimle­rinden nasıl ortaya çıktığını kavramamıza yet­mezse bile, en azından bir sonraki aşamada so­rulacak soruların daha incelikli olmasını sağla­yacak.
Sonunda, araştırmacılar, bilincin yalnızca bi­yolojik temelini değil, neden var olduğunu da anlamayı isteyecekler. Bilincin ortaya çıkmasına neden olan seçilim baskılarını ve bu özelliğimi­zi hangi başka canlılarla paylaştığımızı ortaya çıkarmaya çalışacaklar. Elbette, bu, bilincin na­sıl tanımlandığına göre değişir; ancak, kimi araştırmacılar, bilincin yalnızca insanlara özgü olmadığından şüpheleniyorlar. Bilincin biyolo­jik ipuçlarının ortaya çıkarılması, bu sorunun çözülmesine yardımcı olabileceği gibi, bilincin yaşamın ilk yıllarında nasıl geliştiğine de ışık tu­tabilir. Bu tür İpuçları, hasta yakınlarının, teda­viye cevap vermeyen sevdiklerinin geleceği ko­nusunda verecekleri kararlar açısından bilgilen­melerine de yardımcı olacaktır.
Çok yakın bir geçmişe kadar, bilinç konusu­nu ele almak, akademik açıdan belli bir konuma gelmemiş (örneğin bir Nobel ödülünü çantaya indirmemiş) araştırmacılar için akıllıca bir kari­yer hamlesi sayılmazdı. Bu durum değişiyor; bu­gün, bilinç araştırmalarına daha çok genç araş­tırmacı katılıyor. Yanıtlanmamış sorular, daha uzun yıllar onları meşgul edecek.
Miller, G. "What is the biological basis of consciousness".
Science, 1 Temmuz 2005
Çeviri: Aslı Zülâl
lan bir nöroloji hastası, nesnelerin biçimlerini ya da dikey duran bir disk üzerinde bulunan in­ce bir çizgi biçimindeki deliğin yönünü belirle-yemiyor. Ancak, bir kart alıp kartı bu delikten içeri sokması istendiğinde, bunu çok kolay bir biçiminde yerine getiriyor. Kartı delikten soka­bilmek için, D. F.'nin, deliğin yönünü bilmesi gerekiyor. Ancak, D. F., bunu bildiğini bilmiyor. Zekice düzenlenmiş deneyler, beyni hasar görmemiş insanlarda da bilinçli ve bilinçsiz bil­giler arasında benzer kopmalara yol açabilir. Araştırmacılar, bu deneyler sırasında deneye ka­tılanların beyinlerini tarayarak, bilinçli deneyim­ler için gereken beyin etkinliklerine ilişkin ipuç­ları elde etmeyi umuyorlar. Maymunlar üzerin­de yapılan çalışmalar da, bilincin, özellikle de görsel farkındalığın bazı yönlerine ışık tutabilir. Bu çalışmalarda kullanılan deneysel yaklaşım­lardan biri. bir maymuna, bir an bir şey, bir an başka bir şey gibi görünen bir optik illüzyon ya­ratan görsel bir uyarıcı sunmak. (Bu tür uyarı­cıların en bilinen örneklerinden biri "Necker Kübü".) Maymunlar, bu uyarıcının hangi versi­yonunu gördüklerini belirtmek üzere eğitilebili-yorlar. Bu sırada, araştırmacılar da maymunda
bb-19.jpg
Neden bazı genomlar gerçekten büyükken ötekiler çok sıkışık?
Balon salığının genomu 400 milyon bazdan oluşurken, bir akciğerli balığınki 133 milyar baz uzunluğunda. Çoğaltılan DNA örnekleri bu ve bu­nun gibi büyüklük farklarının varlığını açıklaya-
limcilerinin çöpün arasında çok sayıda genetik mücevher bulmalarına yardım ediyor.
Yeni teknolojiler, dizilim çıkarma maliyetle­rini ne kadar düşüre­cek?
Yeni aletler ve kavram­sal gelişmeler, DNA dizili-minlerini ortaya çıkarmanın maliyetini önemli ölçüde düşürüyor. Bu düşüş, tıptan evrimsel biyolojiye kadar birçok alandaki araştırma­ların ilerlemesini saölıvor.
bb-20.jpg
Genomlarımızın içinde bu kadar "ıvır zıvır" ne işe yarıyor?
Genlerin arasındaki DNA'nın, genom işlevi ve yeni türlerin evrimindeki önemi giderek daha iyi anlaşılıyor. Karşılaştırmalı sıralama, mikrodizi çalışmaları ve laboratuvar çalışmaları, genom bi-
Telomer ve sentromerlerin genomun işle-vindeki rolü ne?
Bu kromozom yapıları, yeni teknolojiler onla­rı sıralamayı başarana kadar gizemli kalacaklar.
BİLİMveTEKNÎK 48 Eylül 2005
CEVAP LAN AMAYAN 125 SORU
YAŞAM, DÜNYA ÜZERİNDE NEREDE VE NE ZAMAN ORTAYA ÇIKTI?
Biliminsanları son 50 yıldır, dünya üzerinde yaşamın nasıl bir anda ortaya çıkmış olabileceği sorusuna canla başla cevap arıyorlar. Bir kısım araştırmacı bu soruya son aşamadan yaklaşa­rak, günümüzdeki yaşamdan başlayıp en ilkel atalara doğru gitmeyi, diğerleri de ilk adımdan yola çıkmayı yeğliyor ve 4,5 milyar yıl yaşında­ki Dünyamız üzerinde cansız kimyasalların ya­şayan varlıklara dönüşmek üzere nasıl bir yol­dan geçtiğini bulabilmek için uğraşıyorlar.
Günümüzden geriye doğru yapılan çalışma­ların en büyük destekçisi fosil kayıtları. Paleon-tologların bulguları arasında, günümüzden 3,4 milyar yıl öncesine ait mikrobik organizmaların fosilleri bulunuyor. Daha yaşlı kayaçlara ait kimyasal analizlerse, fotosentez yapan canlıla­rın dünya üzerinde 3,7 milyar yıldan bu yana var olduklarını gösteriyor. Araştırmacılar, bizle­re yalnızca izlerini bırakabilmiş olan bu orga­nizmaların, günümüz canlılarının hepsinde var olan temel özellikleri birebir paylaştığını düşü­nüyorlar. Serbest yaşayan canlıların tümü, ge­netik şifrelerini DNA içeriğinde saklıyor ve kim­yasal tepkimeleri yürütmek için çeşitli protein­leri kullanıyorlar. DNA'nın ve proteinlerin de­vamlılığı birbirlerine o kadar hassas dengelerle bağlı ki, ilk önce hangisinin ortaya çıktığı üze­rinde fikir yürütmek çok zor. Tabii ki her iki or­ganik molekülün aynı prebiyotik (yaşam öncesi) çorbadan hemen hemen aynı anda ortaya çık­mış olabileceği de bir olasılık.
Konuya ilişkin deneylerse, erken yaşam formlarının, günümüz canlılarının yapısında yer alan üçüncü bir moleküle dayalı olabileceğini öne sürüyor: RNA. Bir zamanlar yalnızca basit bir hücre içi habercisi olduğu düşünülen RNA, aslında çok yönlü bir molekül. Genetik bilgiyi taşımakla yükümlü olmasının yanında bir prote­in gibi de işlev görebilen RNA'nın. genleri açıp kapatarak işlevleri üzerinde etki gösteren, ya da proteinler gibi organik moleküllere bağlanabi­len çeşitli türleri bulunuyor. Laboratuvar de­neyleri de, RNA'nın pekâlâ kendini eşlemiş ve il­kel bir hücreyi canlı tutabilmek için gereken di­ğer tüm işlevleri başarıyla yerine getirmiş olabi­leceğini öneriyor.
Biliminsanları yaşamın, bildiğimiz yüzünün
şekillenmesinden önce böyle bir "RNA dev­rinden geçtiğini, RNA'dan çok daha başarılı tepkime yürütücüleri olan proteinlerin ve daha güvenilir bir genetik şifre saklayıcısı olan DNA'nınsa sonradan ortaya çıkarak, doğal seçi­lim sayesinde görevi devraldığını düşünüyorlar. Bir kısım araştırmacıysa, prebiyotik dünya­nın cansız kimyasallarından, RNA dünyasına geçişin nasıl olduğuna yanıt arıyorlar. Bu yön­deki en önemli adım, 1953 yılında Stanley Mil­ler ve Harold Urey tarafından yapılan ünlü de­ney. Miller ve Urey, dünyanın ilkin atmosferin­de var olduğu düşünülen amonyak, metan ve diğer gazlan barındıran bir karışım hazırlayıp
nizlerdeki taban deliklerinden çıkan, mineralce zengin kaynar sularda atılmış olabileceği görü­şü yaygınlaştı. Günümüzde canlılığını devam et­tiren en ilkel mikropların çok sıcak sularda bile başarıyla yaşıyor oluşu da, bu görüşü destekle­yen en büyük kanıt kabul edildi. Ancak, çalış­malar sonucunda bu mikropların yaşayan fosil­ler olmadıklarının anlaşılması, bu "sıcak başlan­gıç" düşüncesinin, biraz olsun serinlemesine neden oldu. Belki de bu canlılar, kendilerinden daha az dayanıklı canlılardan evrimleşerek, sı­cağa karşı böyle bir direnç geliştirmişlerdi. RNA gibi narin bir molekülün bu denli yüksek sıcak­lıklarda nasıl olup da hasar görmeden hayatta kalabildiği de, ayrı bir giz... Tüm bunlara karşın, sıcak başlangıç varsayımının yerini alabilecek tek bir güçlü varsayım daha geliştirilemedi.
Deneysel çalışmalar, artık RNA temelli hüc­relerin üreyebilecekleri ve evrimleşebilecekleri koşullar üzerine yoğunlaşmaya başladı. ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA ve Avru­pa Uzay Ajansı ESA, kuyrukluyıldızları ziyaret edecek uzay sondaları yardımıyla, bir zamanlar dünyaya ulaşmış olabilecek organik karışımda yer alan maddeler listesini daraltmayı hedefli­yor.
En heyecan vericisiyse, hiç kuşkusuz Mars'ta yaşama ait izlerin aranması çalışmaları. Kırmızı gezegene yakın zamanda yapılan keşif görevleri, gezegenin bir zamanlar sıvı sulardan oluşan sığ denizlere sahip olduğunu gösteriyor. Bu da, Mars'ın bir zamanlar canlılığa karşı mi­safirperver davranmış olabileceğinin bir göster­gesi. Gelecek Mars görevleriyse, yeraltında sak­lanan yaşam formlarını ya da soyu tükenmiş canlılara ait fosilleri aramaya yoğunlaşacak. Eğer canlılık izine ulaşılabilirse, bu büyük keşif, yaşamın her iki gezegen üzerinde birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmış olabileceği ya da bir gezegenden diğerine bir şekilde yayılmış olabileceği; her durumda evrende yalnız olma­dığımız anlamına gelecek. Belki de, steril dün­yamız, milyarlarca yıl önce Marslı mikropları ta­şıyan bir kuyrukluyıldız tarafından "enfekte" edilmişti...
Zimmer, C. "How and Where Did Life On Earth Arise"
Science, 1 Temmuz 2005.
Çeviri: Deniz Çandaş
bb-21.jpg
bu karışımdan elektrik akımı geçirerek, amino asitlerin ve canlılığın temel yapıtaşları olan bazı önemli moleküllerin üretilebileceğini buldular.
Günümüzde birçok biliminsanı, ilkin atmos­ferde karbondioksit gibi başka gazların da yük­sek miktarlarda bulunup bulunmadığı üzerinde tartışıyor. Yakın zamanda yapılan deneylerse, canlılığın yapıtaşlarının büyük bir bölümünün bu koşullar altında oluşabileceğini gösteriyor. Bir başka düşünce de, göktaşları ve kuyruklu­yıldızlar aracılığıyla uzaydan Dünyaya organik bileşiklerin taşınmış olabileceği.
Yaşamın söz konusu yapıtaşlarının ilkel ya­şam formlarını oluşturacak şekilde nerede bir araya gelmeye başlamış olabileceğiyse, başlıba-şına bir tartışma konusu. 1980'li yılların başın­dan itibaren, yaşamın ilk adımlarının, derin de-
Genom üzerindeki oluşan ve mutasyon ol­mayan değişiklikler nasıl kalıtılabiliyor?
Araştırmacılar, "epigenetik" adı verilen bu süreçle ilgili olarak gittikçe daha fazla örneğe rastlamaktalar; ancak değişiklikleri ortaya çıka­ran ve kalmalarını sağlayan etkenleri henüz bu­labilmiş değiller.
Embriyonun simetrisi nasıl belirleniyor?
Embriyoyu çevreleyen ve sürekli hareket ha­linde olan sil (kirpikçik) benzeri yapılar, embriyo­nun sağını ve solunu ayırdetmesini sağlıyor. An­cak biliminsanları, neredeyse bir küre şeklinde olan hücrelerin üst, alt, yan, ön ve arka gibi yön-
lerinin ilk belirlenişinin nasıl gerçekleştiğini bul­maya uğraşıyorlar.
Kol-bacak gibi vücut uzantıları, yüzgeçler, yüzler nasıl gelişiyor ve evrimleşîyor?
Burun uzunluğu ya da kanat açıklığı gibi ko­şulları belirleyen genler, uzun vadeli doğal ve eşeysel seçiIimlere bağlı. Bu seçilimlerin ne şekilde İşlediğini anlamak, gelişime bağ­lı evrimleşmenin meka­nizmasının da anlaşıl­masını sağlayacak.
bb-22.jpg
Organlar ve organizmalar, büyümelerini ne zaman durduracaklarını nerden biliyorlar?
Bacaklarınıza bir bakın. Sağ ve sol bacağınızın he­men hemen aynı uzunlukta olduğunu göreceksiniz. Öte yandan minicik bir farenin ya da koca­man bir filin kalbi, göğüs kafeslerine tam uyum gösterecek boyutta. Genlerin hücre boyutları ve sayıları üzerinde ne şekilde sınırlama yapabildi­ği, araştırmacıları hâlâ şaşırtmaya devam ediyor.
bb-23.jpg
Eylül 2005 49 BİLİM veTEKNİK.
CEVAP LAN AMAYAN 125 SORU
TÜRLERİN OLAĞANÜSTÜ ÇEŞİTLİLİĞİNİN KAYNAĞI NE?
Karaların ve denizlerin her karışı sayısız bitki, hayvan ve mikroorganizmayla dolup ta­şıyor. Tüm bu canlılar, güneş ışığını yaşamın yakıtı olacak enerjiye çevirerek, karbon ve azot gibi elementlerin organik ve inorganik maddeler arasında çevrimini sağlayarak, ve yeryüzünü şekillendirerek, dünyanın ilerleyi­şini belirliyor.
Biyologlar, tropikler gibi bazı bölgelerde­ki olağanüstü tür çeşitliliğine karşın, yüksek enlemlerde yer alan bölgelerde bu çeşitliliğin neden belirgin oranda azaldığının nedenini, yıllardır anlamaya çalışıyorlar. Türlerin bir­birleriyle ya da çevreleriyle olan ilişkilerinin, türler üzerindeki insan etkisinin, av-avcı iliş­kilerinin ve besin ağı ilişkilerinin tür çeşitlili­ği üzerinde büyük rol oynadığı su götürmez bir gerçek. Ancak, tüm bunların ve ilk anda akla gelmeyen diğer koşulların, çeşitliliği şe­killendirmek üzere nasıl birlikte çalıştıkları hâlâ bir gizem.
Araştırmacıların yararlanabileceği kay­nakların başında gelen tür veri tabanlarının içerik bakımından büyük ölçüde eksik olma­ları, çalışmalarda büyük sorun yaratıyor. Dünyamız üzerinde var olan bitki ya da hay­van türlerinin gerçek sayısını henüz bilmiyo­ruz. Mikro-dünyanın sakinleri olan organiz­maların tür çeşitliliği ya da tür sayısı konu­sundaysa, tahmin bile yürütülemiyor. Bir di­ğer zorluksa, türlerin evriminin birkaç gün­den milyonlarca yıla kadar uzanabîlmesi ne­deniyle, izlenebilecek tekbiçim bir zaman Öl­çeğinin bulunmaması. Bazı durumlarda tür içi çeşitliliğin, çok yakın akraba olan iki fark­lı tür arasındaki çeşitlilik kadar zengin olabil­mesi, ve ne tür genetik değişimlerin yeni bir tür oluşumuyla sonuçlanacağı gibi verilerin net bir şekilde açıklanmamış olması da, diğer yıldırıcı gerçekler.
Türlerin çeşitliliğini neyin şekillendirdiği­ni anlayabilmek, kapsamlı arazi çalışmaların­dan fosilbilim incelemelerine, laboratuvar de­neylerine, genom karşılaştırmalarına ve etkin istatistik çözümlemelerine kadar uzanan bir disiplinlerarası çaba gerektiriyor. Birleşmiş Milletlerin "Milenyum Projesi'' gibi dünya ça-
bb-24.jpg
olan genlerin evrime ne şekilde katkı sağladı­ğı konusunda çalışan "gelişimsel evrim" adlı yeni bilim dalı da, yaşamın tarihine ışık tut­ma yolunda diğer çalışmalara destek çıkaca­ğa benziyor.
Fosilbilimciler, belirli canlıların dağılımın­da geçtiğimiz bin yıl boyunca görülen geniş­leme ve daralmaları izleme çalışmalarında önemli gelişmeler kaydediyorlar. Görülen o ki, coğrafi dağılımlar, türleşme üzerinde bü­yük rol oynuyor. Bu tür çalışmaların devamı. toplu yokoluşların kökenleri ve bu doğal fe­laketlerin yeni türlerin oluşumu üzerindeki etkileri konularında daha fazla bilgi sağlaya­bilir.
Araştırmacılar, bitkiler ve hayvanlar üze­rine yapılan arazi çalışmaları sonucunda, ha-bitatın dış görünüş, davranış ve özellikle de eşeysel tercihler üzerindeki etkilerinin, tür-leşmenin hızı üzerinde büyük rol oynadığını gördüler. Evrim biyologlarıysa, birbirinden ayrı olan populasyonlann yeniden bir araya gelmesinin, genomların birbirinden ayrılma­sını engellemesi nedeniyle, türleşmeyi gecik-tirebildiğini ortaya koydular. Türleşme üze­rinde etkisi olan diğer durumlar da, mutas-yon hızları ve bazı alellerin (alel : bir karak­ter üzerinde aynı ya da farklı yönde etkili olan, iki ya da daha fazla genden her biri) bir nesilden diğerine geçiş oranlarındaki farklı­lık gibi moleküler güçler.
Bazı durumlarda da, ekosistemin kendi içindeki tür çeşitliliğinde farklılıklar görüle­biliyor. Örneğin, sınırları belirli olan ekosis-temlerin "kenar"' bölgelerinde, sıklıkla iç böl­gelerden daha az sayıda tür barınabiliyor. Ev­rimsel biyologların şimdiki görevi, tüm bu et­kenlerin, farklı organizma topluluklarında nasıl farklı şekillerde bir arada çalıştığını an­layabilmek. Tür çeşitliliğini nelerin şekillen­dirdiğini kavrayabilmek, yokoluşların doğası­nı anlayabilmek ve bunu yavaşlatabilmeye yönelik stratejiler planlayabilmek açısından son derece önemli.
Pennisi, E. "What Determines Species Diversity",
Science, 1 Temmuz 2005
Çeviren: Deniz Candaş
pındaki bazı genom envanter çalışmaları veri tabanlarının zenginleştirilmesine yardımcı ol­sa da, yüzeyden çok fazla derine inmeye ye­terli olmayacakları bir gerçek. Gelişimde rolü
derece "kök hücre" özelliği ta­şıyor olabileceğinin belirlen-mesi, tümörlerin daha erken
teşhis edilebilmesini ve daha etkili biçimde yok edilebilme­sini sağlayacak tekniklerin ge-. liştirilmesine yardımcı olabilir.
bb-25.jpg
yor. Bu savunma mekanizması, kansere karşı ba­ğışıklık tedavileri geliştirebilmeyi uman araştır­macıların kafasını karıştırıyor.
Kanserin, tedavi yerine kontrol edilebilmesi olası mı?
Bazı ilaçlar, kan damarlarının gelişimini dur­durmak gibi yollarla kanserli hücrele­rin yakıt teminini kesebiliyor. Bu şekil­de de, kanser gelişimini kolaylıkla kon­trol edebilmeye ve hatta bazı durum­larda geri çevirebilmeye yardımcı olu­yorlar. Ancak, bu ilaçların ne süreyle . etkili kalabildikleri henüz bilinmiyor.
bb-26.jpg
Ergenliğe geçişi ne sağlıyor?
Embriyonun gelişim sürecindeki ve doğum sonrasındaki beslenmenin, gizemli biyolojik sa­atimiz üzerinde son derece etkili olduğu düşünü­lüyor. Bazı dış koşulların de ergenliğe geçiş yaşı üzerinde etkili olduğu biliniyor. Ancak, çocukluk­tan ergenliğe geçişin tam olarak neyle tetikiendi-ğini henüz hiç kimse bilmiyor.
Kanserlerin esas sorumlusu kök hücreler mi?
En haşin kanser hücrelerinin kök hücrelere benzerliği son derece dikkat çekici. Eğer kanser­ler gerçekten de kendilerini kaybetmiş kök hüc­reler nedeniyle ortaya çıkıyorsa, bir hücrenin ne
Kanserler, bağışıklık sisteminin kontrolüne karşı dirençli mi?
Bağışıklık sisteminin tepkisi tü­mör geiişimini bir ölçüye kadar bas-tırabilse de, tümör hücrelerinin bu- ; yük bir kısmı bu tepkilerle son dere­ce başarılı bir biçimde başaçıkabili-
BİLİMveTEKNİK 50 Eylül 2005
CEVAPLANAMAYAN 125 SORU
HANGİ GENETİK DEĞİŞİKLİKLER BİZİ İNSAN YAPTI?
Bizi insan yapanın ne olduğunu keşfet­mek, her kuşaktan antropolog için bir uğraş­tır. Ünlü paleoantropolog Louis Leakey, alet yapma becerilerinin insanı insan yaptığını dü­şünmüş ve 1960'larda Tanzanya'da taştan ya­pılma aletlerin yanında hominid (insansı) ke­mikleri bulduğunda, bunları alet yapabildiği ve kullanabildiği kabul edilen insan türünün ilk üyeleri olan homo habilis olarak etiketle-misti. Ancak daha sonraları primatolog Jane Goodall şempanzelerin de aletler kullandıkla­rını kanıtladı ve bugün araştırmacılar H. habi lis'in gerçekten Homo'ya ait olup olmadığını tartışıyorlar. Daha sonraki çalışmalar, iki ayaklılık, kültür, dil, mizah ve elbette türümü­zün doğuştan gelen benzersiz özelliği olan büyük bir beyine sahip olma gibi özellikleri dikkate alıyorlar. Ancak bu özelliklerin pek çoğu, en azından belli bir dereceye kadar, di­ğer canlılarda bulunabiliyor. Örneğin, şem­panzelerin basit de olsa bir kültürleri var, pa­pağanlar konuşabiliyor, bazı farelerse gıdık­landıklarında sanki kıkırdıyorlar.
Kuşku götürmeyen tek şey, tıpkı diğer tüm türler gibi insanların da, kendi evrimsel geçmişlerinin şekillendirdiği, kendine özgü bir genoma sahip olduğu. Bu sayede, antro­polojinin temel sorusu, yeni bir düzeye yük-seltilebiliyor: Bizi insan yapan genetik deği­şiklikler nedir?
Eldeki insan genomu ve belirmeye başla­yan primat genomu bilgisiyle, bizleri en yakın akrabalarımızdan ayırmaya yardımcı olacak genetik değişiklikleri tam olarak saptayabile­ceğimiz bir döneme giriyoruz. Şempanze gen diziliminin kaba bir taslağı yayımlandı bile ve daha ayrıntılı hali kısa zamanda bekleniyor. Makak genomu neredeyse tamamlanmış du­rumda; orangutan genomunun üzerindeki ça-lışmalarsa devam ediyor. Tüm bunlar, primat ağacında kilit noktalardaki atalara ilişkin ge-notipi ortaya çıkarmaya yardım edecek.
Açıklandığı kadarıyla, insanlarla şempan­zeler arasındaki genetik farklılıklar, olasılıkla çok büyük. Üstelik, birçok kez tekrarlanan, DNA'mızın yaklaşık yalnızca %1,2'sinin şem-panzelerinkinden farklı olduğunu gösteren is-
bb-27.jpg
ni izlemişler. Bu yaklaşımla belirlenen genler bulunuyor. Örneğin, MCPH1 ve ASPM mu-tasyona uğradığında mikrosefaliye (kafa, kafa çevresi ve beynin normalden küçük olması durumu) neden oluyor; FOXP2 konuşma bo­zukluklarına neden oluyor ve bu genlerin hepsi de şempanze evriminin tersine, İnsan evrimi sırasında seçilim baskısı belirtisi göste­riyor. Bu yüzden, insanların büyük beyinli ol­ma ve konuşabilme özelliklerinin evriminde rol oynamış olabilirler.
Ancak bu tür genlerin bile ne yaptıkların­dan tümüyle emin olmak genelde zor. Bir gendeki mutasyonun neden olduğu bozuk­lukları incelemek ve genlerin işlevini ortaya çıkarmak üzere, organizmayı bir ya da daha fazla geninden yoksun bırakarak yapılan kla­sik deneyler de etik nedenlerden ötürü İnsan­lar ve maymunlarla yapılamıyor. Bu yüzden çalışmanın büyük çoğunluğu, çok sayıda in­san ve maymunun genom ve fenotiplerinin (genetik yapının belirlediği, ancak dış etkile­rin de söz sahibi olduğu gözle görülür özel­likler) karşılaştırmalı incelemesini gerektiri­yor. Bazı araştırmacılar, maymunlarla ilgili genom bilgilerini fenotipik bilgilerle karşılaş­tırmak için "büyük maymun fenomu projesi" ni tamamlamaya çalışıyorlar. Bazılarıysa, işlev İpuçlarının en İyi doğal insan çeşitliliğini kur­calayarak, yaşayan insanlardaki mutasyonları biyoloji ve davranışlardaki İnce farklılıklarla karşılaştırarak toplanabileceğini savunuyor­lar. Her iki strateji de lojistik ve etik sorunlar­la yüzyüze; ancak gelişmeler yok değil.
Tüm bunların yanı sıra, yalnızca insanlara özgü özellikleri tümüyle anlamak, DNA'dan daha fazlasını kapsayacak. Bilimininsanları so­nunda doğa kadar yetiştirmenin de önemli bir rol oynadığı karmaşık dil, kültür ve teknoloji­nin uzun zamandır tartışılan özelliklerine geri dönüş yapabilirler. Genom çağında olmamıza karşın, insanı insan yapanın, genlerden çok daha fazlası olduğunu da kabul ediyoruz..
Culotta E., "What Genetic Changes Made Us Uniquely Human",
Science, 1 Temmuz 2005
Çevirt: Meltem Venal Coşkun
tatistiğe karşın. Her 100. bazdaki bir değişik­lik, binlerce geni etkileyebiliyor ve eklenen ve çıkanları da sayarsanız yüzde farklılığı çok daha büyük oluyor. Peki, insanlar ve şempan­zeler arasındaki 40 milyon olası dizilim fark­lılıkları belgelenirse, bu ne anlama gelecek? Pek çoğu büyük olasılıkla basitçe, beden ya da davranış üzerine çok az etkisi olan, 6 mil­yon yıllık genetik sürüklenmenin bir sonucu. Ancak diğer küçük değişiklikler dramatik so­nuçlara sahip olabilir.
Farklılıkların yarısı bir insandan çok bir şempanzeyi tanımlayabilir. Bunların tümü­nün nasıl düzenleneceği bir soru işareti. Bir yol, insanlarda doğal seçilimle tercih edilen genleri sıfırlamak. İnsanların ve diğer primat­ların DNA'larındaki seçilimin gizli işaretlerini araştıran çalışmalarda, özellikle hasta ve has­talığa neden olan mikrop etkileşimi, üreme, koku alma, tat alma gibi duyularla ilgili olan, düzinelerce gen belirlenmiş.
Ancak tüm bu genler, bizleri kuzenleri­mizden köken olarak ayırmaya yardımcı ol­muyor. Genomlarımız, bizlerin sıtmaya tepki olarak evrim geçirdiğimizi gösteriyor; ancak, bizi insan yapan, sıtmadan korunabilmemiz değil. Bu yüzden bazı araştırmacılar, anahtar roldeki özellikleri zayıflatan klinik mutasyon-larla işe başlayıp, daha sonra genlerin evrimi-
Yangı, bütün kronik hastalıklarda temel rot oynuyor mu?
Eklem iltihaplarında yangının oynadığı rol tartışılmaz. Peki ya Kanser ve kalp hastalıkların­da? Zaman geçtikçe, yanıtın "evet"e doğru daha kesin bir şekilde kayıyor. Bu durumda geriye kalan sorular, "neden" ve "nasıl".
Prion hastalıklarının me-kanizması ne?
Prionları yanlış katlanmış proteinler olduklarını kabul
bb-28.jpg
etmek, ne yazık ki bu konudaki tüm soruların ya­nıtlarını vermiyor. Sözgelimi, sindirim sistemin­den beyine nasıl gidiyorlar? Ya da buraya bir kez ulaştıktan sonra hücreleri nasıl öldürüyorlar?
Bunlar gibi yanıt bekleyen başka
sorular da var.
sonradan kazanılan (uyumsal) bağışıklık tepkile­rinden önce gelen bir sistem. Bu önceliğin canlı­ya kazandırdığı avantajlar açık değil; ama bunu çözmeye yönelik çalışmalar yürütülmekte.
Bağışıklık sisteminin "belleği", varolmak için antijenlere sü­rekli maruz kalmayı mı ge­rektiriyor?
Bazı araştırmacılara göre, evet. Ama farelerle yapılmakta olan deneyler buna karşıgörüş-ler de ortaya çıkarmaya başlamış durumda.
bb-29.jpg
Omurgalılar, enfeksiyon­larla savaşmada doğuş­tan var olan bağışıklık sistemlerine ne ölçüde güveniyorlar?
Omurgalılarda doğuşta var olan bağışıklık sistemi,
Eylül 2005 51 BİLİM veTEKNİK
CEVAPLANAMAYAN 125 SORU
AN ILAR NAS IL SAKLAN IR VE YENİDEN NASIL AÇIĞA ÇIKAR?
Bildiğimiz herşey, iki kulağımızın arasında­ki bir-birbuçuk kiloluk sinirsel kütle içinde pa­ketlenmiş duruyor. Dünya hakkındaki yararlı ya da önemsiz gerçekler, yaşamlarımızın tarihi, bisiklete binmekten tutun da çocuğumuzu kedi­lere süt vermeye ikna etmeye kadar edindiğimiz her türlü beceri... Her birimizi tek ve benzersiz kılan, yaşamımıza süreklilik katan, sahip oldu­ğumuz anı ve yaşantılarımız. Anılarımızı belleği­mizde nasıl depoladığımızı anlamaksa, kendimi­zi anlamaya doğru atılmış önemli bir adım sayıl­malı.
Sim'rbilimciler bu çabayı üstlenmiş ve anah­tar rol üstlenen beyin bölgeleriyle birlikte olası moleküler mekanizmaları belirleme konusunda şimdiden büyük aşamalar kaydetmiş durumda­lar. Yine de aydınlatılmayı bekleyen birçok so­ru, moleküler araştırmalarla genel beyin araştır­maları arasında da durup duran koca bir uçu­rum var.
Bellekle ilgili modern anlamdaki çalışmala­rın, genellikle 1957 yılında yayımlanan ve bir nöroloji hastası olan H.M. ile ilgili araştırmayla doğduğu kabul ediliyor. Kronik (sürekli) sara hastalığı olan H.M.'ye 27 yaşındayken son çare olarak beyin ameliyatı yapılarak, beynin her iki temporal (şakak) lobundan büyük parçalar alın­mıştı. Ameliyat sara açısından işe yaramış, ama belleğe ilişkin beyinsel İşlevlerde büyük kayba yol açmıştı. H.M. ameliyat sonrası dönemde hiç-birşeyi 'kaydedemez' olmuştu ve ne olayları, ne de karşılaştığı insanları hatırlayabiliyordu. Bu olay, hipokampus adı verilen yapıyı da içeren temporal lob bölgesinin (medial temporal lob ■ MTL) yeni durumları kaydetmeyle ilgili çok önemli bir rol üstlendiğini göstermişti. Daha ay­rıntılı incelemeler, belleğin yekpare bir yapısı ol­madığını da ortaya koydu. Kendisine aynayla gerçekleştirilen 'hileli' bir çizim testi verilen H.M., bir önceki deneyimi hakkında hiç bİrşey hatırlamadığı halde 3 gün İçinde epeyi aşama kaydetmişti. Anlaşılıyor ki, beyin sözkonusu ol­duğunda "nasıPı hatırlamak "ne"yi hatırlamak­la aynı şey değil.
Hayvanlarla yapılan deneyler ve beyin gö­rüntüleme teknikleri sayesinde bilimciler artık yalnızca belleğin değişik biçimleri değil, her bi-
bb-30.jpg
bellek) işlev gören birçok molekül de var; üste­lik deniz sümüklüböcekleri, kemiriciler ve sir-kesinekleri gibi birbirinden çok farklı hayvan gruplarında. Araştırmacılar, bu koşullarda belle­ğin oluşturulmasında işlev gören moleküler me­kanizmaların geniş bir yelpazede korunmuş ola­bileceğini söylüyorlar. Bu yöndeki çalışmalar­dan ortaya çıkan önemli bir sonuç şu: Birkaç dakikalık ömre sahip kısa-dönemli bellek, sinir hücreleri arasında sinaps adı verilen bağlantı noktalarını güçlendirici kimyasal değişiklikleri, uzun-dönemli bellekse protein sentezini ve bel­ki de yeni sinapsların inşasını gerektiriyor olabi­lir.
Çalışma sonuçlarını genel beyin araştırmala­rına bağlamaksa büyük iddia taşıyan bir iş. Ola­sı bir köprü, sinaps bölgesini güçlendirmekten geçen bir süreç. Bazı kemiricilerin hipokampus-lanndan kesitler alınarak incelenmiş olan bu sürece, belleğin fizyolojik temeli gözüyle bakılı­yor. Bunu günün birinde tam ve kesin biçimde doğrulayacak olan çalışmaysa, kesinlikle büyük bir atılım olarak değerlendirilecek.
Bu arada, yavaş yavaş başka sorular da gün­deme gelmeye başladı. Yakın geçmişte yapılan bir çalışma, bir hayvanın yeni bir şey öğrendiği sırada ortaya çıkan sinirsel örüntülerin, daha sonra uyku sırasında bir tür "playback" sürecin­den geçtiğini gösterdi. Bu durumun, anıları ve belleği pekiştirmede bir rolü olabilir mi? Diğer bazı çalışmalarsa, belleğimizin genelde sandığı­mız kadar güvenilir olmadığını ortaya koymuş durumda. Belleği bu kadar 'kaygan' yapan ne? Bu konudaki ipuçlarından birinin, anıların her hatırlamada değişikliğe uğrama 'kırılganlığına' sahip olduğu yolundaki tartışmalı görüşü yeni­den gündeme getiren yeni çalışmalardan gelebi­leceği düşünülüyor. Önemli bir nokta da, hipo-kampusun tam anlamıyla bir sinir hücresi kreşi konumunda olduğunun 1990'larda gösterilme­siyle, yetişkin beyninde yeni sinir hücresi oluşa­mayacağı yönündeki baskın düşüncenin yerle bir olması. Bilinmeyen, bu yeni doğmuş hücrelerin öğrenme ve belleği ne ölçüde destekledikleri.
Miller, G. "How Are Memories Stored and Retrieved"
Science, 1 Temmuz 2005
Çeviri: Zeynep Tozar
Amigdala
Hipokampus
rinde hangi beyin yapılarının rol oynadığı konu­sunda da bilgi sahibi olmuş durumdalar. Bu, yi­ne de inatçı bazı açıklar olmadığı anlamına gel­miyor. MTL'nin gerçekten de "açık bellek"te (is­temli olarak anımsanarak sözlü olarak ifade edi­lebilecek anılardan oluşan bellek) önemli rol oy­nadığı doğrulanmışsa da bölge, gizemli bîr ka-rakutu olarak kalmakta direniyor. Çünkü anıla­rın beyinde kodlanması ve geri çağrılması sıra­sında, içerdiği çeşitli yapıların birbirleriyle nasıl etkileştiği henüz çözülememiş durumda. Bu­nun da ötesinde MTL, hatırlanan şeylerin nihai deposu konumunda da değil. Bilmen şu kî, bu tür anıların uzun-dönemli depo yeri, beyin kor-teksi. Ama bunun nasıl gerçekleştiği, anıların kortekste ne şekilde temsil edildiği açık değil.
Bundan yaklaşık bir yüzyıl önce, ünlü İspan­yol noroanatomici Santiago Ramon y Cajal, bir yaşantının anı stütüsüne dönüşmesi için sinir hücrelerinin, birbirleriyle bağlantılarını güçlen­dirmeleri gerektiğini öne sürmüştü. 0 zamanki yerleşik düşünce, yetişkin beyninde herhangi yeni bir sinir hücresinin oluşamayacağı yönün­de olduğu için, Cajal da doğal olarak, anahtar değişikliklerin varolan sinir hücreleri arasında gerçekleşmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Ya­kın bir geçmişe kadarsa bilimciler, bunun nasıl gerçekleşebileceğine İlişkin ipuçlarına sahip de­ğildiler.
Ancak 1970'li yıllardan bu yana, yalıtılmış sinir sistemi dokuları üzerinde yapılan çalışma­larla, belleğin oluşumunda rol oynayan çok sa­yıda molekül belirlenmiş durumda. Hem açık, hem de örtülü bellekte (istemli olarak anımsa­nıp sözlü olarak ifade edilemeyen, anı ya da be­cerilerimizi, onların tekrarlanmasıyla depolayan
Hamile kadınların bağışıklık sistemi fetusu neden reddetmez?
Bir canlının biyolojik saatini düzenleyen nedir?
"Biyolojik saat genleri", birçok canlıda ve vü cudun birçok bölümünde ortaya çıkmaya başladı. Şimdi asıl soru, bütün bu genlerin birbirleriyle na­sıl bir uyum içinde oldukları ve so­nuçta saatlerin hepsini aynı zama­na ayarlayan etkenin ne olduğu..
Göç eden canlılar yollarını nasıl bulur?
Kuşlar, kelebekekler ve balina­lar her yıl binlerce kilometreye ula-
bb-31.jpg
şabilen yolculuklar yapıyorlar. Yıldızların konu­mu ya da manyetik alan gibi ipuçlarından yarar­landıklarını bilmekle birlikte, ayrıntılar bizim için gizemini koruyor.
Son araştırmalar gösteri-
bb-32.jpg
yor ki hamile kadınların ba­ğışıklık sistemleri, genle-
rinin yarısını babasından almış olduğu halde fetu­su 'yabancı' olarak algı­lamıyor; daha doğrusu
Neden uyuyoruz?
İyi bir uykunun, organ ve kasla­rı tazelemede ya da hayvanları ka­ranlıkla birlikte gelen tehlikelerden korumada işe yaradığını biliyoruz. Ama uykunun asıl gizemi büyük olasılıkla, biz horul horul uyurken bile etkin olan beynin içinde bir yerlerde saklı.
onun yabancı olduğunu 'an-
lamıyor'. Ancak Nobel ödüllü Peter Medawar'ın, 1952'de bu soruyu ilk olarak gündeme getirdiğinde söylediği gibi, "karar he­nüz temyize gitmedi."
BİLİM ve TEKNİK 52 Eylül 2005
CEVAPLANAMAYAN 125 SORU
TOPLUMLARDA İŞBİRLİĞİ NASIL GELİŞTİ?
Charles Darwin türlerin kökeniyle İlgili ünlü kuramı üzerinde çalışırken, karıncalar­dan İnsanlara kadar toplumsal yaşamı seçmiş bütün hayvanlarda, grup içindeki bireylerin çoğunun, genel yarar için çalıştığını görerek şaşırmıştı. Bu onun, uzun dönemde hayatta kalmak için birey yararının anahtar rol oyna­dığı düşüncesine tersti. Darwin "İnsanın Tü­reyişi" (Descent of Man| kitabını yazdığı sıra­larda, bazı yanıtlar elde etmişti bile. Doğal se­çilimin akrabalar arasında bazı fedakarlıkları tetiklediğini ve bunun da 'ailenin' üreme po­tansiyelini artırdığını ileri sürerek "karşılıklı­lık" fikrini de ortaya attı: Birbiriyle akraba ol­mayan ama birbirlerini tanıyan bireylerden her ikisi de fedakar (altruistik) ise. karşılıklı yardımlaşma sözkonusuydu. Yüzyıl boyunca süren çalışmalar ve toplumsal türler üzerine geliştirilen çeşitli fikirlere karşın işbirliğinin nasıl ve neden geliştiğinin ayrıntıları hâlâ bir yanıt bekliyor. Bu soruların yanıtlanması, in­san davranışlarını evrimsel açıdan açıklama­ya, sözgelimi boğulmakta olan bir yabancı için neden yaşamımızı tehlikeye attığımız gibi sorulara yanıt vermeye yardımcı olacak.
Hayvanlar birbirlerine çeşitli biçimlerde yardım ederler. Balardan gibi toplumsal hay­vanlarda akrabalık ilişkileri yardımlaşmayı destekler. Dişiler, baskın dişiye yardımcı ol­mak için üremekten vazgeçebilir. Ayrıca, yapı­lan ortak işler, birbiriyle akraba olmayan bi­reylerin birlikte çalışmasına olanak sağlar. Sözgelimi erkek şempanzeler, bir çete gibi, potansiyel riske rağmen birbirlerini yırtıcı hayvanlara karşı korur. Cömertlik, insanlar arasında yaygındır. Bazı antropologlara göre, kişinin akraba ve yakınlarına güvenme eğili­minde yaşanan evrim, insanların dünyanın hakimi olmasına yardım etti. Birlikte çalışma becerisi, atalarımıza daha fazla besin, daha çok korunma, daha İyi çocuk bakımı gibi üre­meye yönelik başarı için gereken konularda yardımcı oluyordu.
Bununla birlikte, bu dayanışmanın derece­si farklılıklar gösterebiliyor; sözgelimi "hile-karlar", en azından kısa dönemde diğer insan-
bb-33.jpg
taya çıkacak davranışsal sonuçlan öngörme-de uygulamaya sokuyor. Oyun kuramı, adıl olmak için doğuştan gelen istekleri açığa çı­karmada işe yaramış durumda. Sözgelimi, oyuncuların, kendilerine bir yaran olmasa bi­le adil olmayan davranışları cezalandırmak için zaman ve enerji harcadıkları saptanmış. Benzer çalışmalar gösteriyor ki iki insan yal­nızca bir kez karşılaşmış bile olsalar, birbirle­rine karşı adil davranma eğilimi gösteriyorlar. Bu davranışları açıklamak zor, çünkü bunlar dayanışmanın aslında kişisel çıkarlara yönelik olduğu açıklamasıyla uyuşmuyor.
Bu oyunlardan yola çıkılarak geliştirilen kuramlar henüz kusursuz olmaktan uzak. Bunlar, sözgelimi duyguların dayanışma üze­rindeki rolünü gereğince kapsayabilmiş değil. Yine de kuramcılar, oyun kuramının yeterli düzeye ulaşmasıyla, karmaşık toplumları yön­lendiren etmenler üzerinde daha berrak bir görüşe sahip olacağına inanıyorlar.
Tüm bu çabalar, Darwin'in dayanışma ve işbirliği üzerinde yaptığı gözlemlerin üzerine birşeyler inşa etmesine yardımcı oluyor. Dar­win'in Öngördüğü gibi, karşılıklılık güçlü bir uyum taktiği. Ama İstisnalar da yok değil..
Günümüz araştırmacılarına göre, İyi bir bellek önkoşul. Öyle görünüyor ki karşılıklı­lık, yalnızca kimin yararlı ve yardımcı olduğu, kimin olmadığını aklında tutabilenlerce uygu­lanıyor. İnsanlar, yüzleri ömürleri boyunca akıllarında tutacak kadar geniş bir belleğe sa­hipler ve bu şekilde, yıllardır görmedikleri bi­ri İçin ömür iyi ya da kötü duygu besleyebili­yorlar. Diğer türler içinse karşılıklılık bu bağ­lamda daha sınırlı zamana yayılmış durumda.
Darwin, kendi kişisel gözlemleriyle sınırlı olduğu İçin dayanışma davranışlarını genel bir çerçevede değerlendirebilmişti. Şimdiyse oyun kuramları ve ilgili birçok konu üzerinde çalışan araştırmacılar, Darwin'in fikirlerini ge­liştirip İşbirliği kuramına yeni boyutlar kat­mayı umuyorlar.
Pennisi, E. "How Did Cooperative Behavior Evoleve"
Science, 1 Tem muz ı 2005
Çeviri: Gökhan Tok
lar önünde bîr adım öndeymiş gibi görünü­yor. Yine de dayanışma, uzun dönemde türler için etnik, politik, dini, hatta aileler arası çe­kişmelere karşın, daha baskın bir hayatta kal­ma stratejisi gibi görünüyor.
Evrimsel biyologlar ve hayvan davranışla­rı üzerine araştırma yapanlar, toplumsallaş­ma için gereken çevresel ve davranışsal etki­lerin yanısıra, dayanışmanın genetik temelleri ve moleküler etmenler üzerine çalışıyorlar. Sinirbîlimciler, tarla farelerinden sırtlanlara dek pek çok memelinin beynindeki kimyasal­larla toplumsal .stratejileri arasındaki anahtar bağlantıları inceliyorlar. Başkalarıysa daha matematiksel bir yolla, aslında ekonomi alanı için geliştirilmiş "evrimsel oyun kuramı"nı, iş­birliğini niceli eştirmek ve farklı koşullarda or-
Neden rüya görürüz?
freud'a göre rüyalarımız, bilinçaltı istekleri­mizin dışa vurumuydu. Günümüzdeyse sinirbilîm-ciler, rüyaların ortaya çıktığı REM uykusu sırasın­daki beyin etkinliğinin, öğrenmek için çok gerek­li olduğunu düşünüyor. Yoksa rüya görmek öğ­renmenin bir yan ürünü mü?
ler ve kurallarla boğuşurken, çocukların dili na­sıl kolaylıkla 'kaptığını' açığa çıkarabilir.
Feromonlar insan davranışlarını etkiliyor mu?
Hayvanların birçoğu haberleşmek İçin, özel­likle de çiftleşme dönemlerinde havada uçuşan |;i kimyasallardan yararlanır. Kimi tartışmalı araştırmalar, insanla­rın da feromonları kullandığını gösteriyor. Bu feromonları belir­li lemek, toplumsal yaşamımızı na­sıl etkilediklerini anlamak İçin d yeni bir yol olabilir.
bb-34.jpg
Genel anestezi nasıl işliyor?
Biliminsanları ilaçların tek tek sinir hücreleri üzerinde ne tür etkiler yaptığını çözmeye çalışı­yorlar. Ama, bilinçsiz duruma nasıl geçtiğimizin mekanizmasını açıklamak çok da kolay değil.
bb-35.jpg
Dil öğrenmek neden bazı dö­nemlerde daha kolay?
Küçük çocukların (bebekler de/ dahil) zihinsel etkinliklerinin görün­tüleme teknikleriyle incelenmesi, ye-, tişkinlerin dil öğrenmek için temel-*
Eylül 2005 53 BİLİM ve TEKNİK
CEVAPLANAMAYAN 125 SORU
BİYOLOJİK VERİLER DENİZİNDEN
BÜYÜK RESİMLER NASIL ORTAYA ÇIKACAK?
Biyoloji, betimsel veriler bakımından ol­dukça zengin ve zenginleşmeye de devam ediyor. Örnek toplamak için geliştirilen DNA dizilimi, mikro ışınlar, otomatik gen iş­levi çalışmaları gibi geniş ölçekli çalışmalar, yeni bilgiler elde etmeye yarıyor. Biyomeka-nikten ekolojiye dek pek çok alt alanda araş­tırmalar sayısallaştıkça daha kesin ve daha bol bilgiye ulaşılabiliyor. Şimdi ortaya çıkan soru şu: Biyolojinin bütün alanlarında akan bu verilerin ışığında, biliminsanları sistemle­rin ve organizmaların nasıl işlediğini anla­yıp, bunları açıklayabilecek mi? Bütün bu ve­rilerin bir elemeden geçirilmesi, düzenlen­mesi, derlenmesi ve en önemlisi, araştırmacı­ların öngörülerde bulunmasını sağlayacak hale getirilmesi gerekiyor.
Bu noktada, "sistemler biyolojisi' devre­ye giriyor. Henüz çok iyi tanımlanmamış ve yolunu bulmaya çalışan bu yeni yaklaşım, on yıllardır ortaya çıkmakta olan moleküler, hücresel, çevresel ve canlılara yönelik göz­lemlerin ortaya çıkarılan noktalarını birleş­tirmeyi amaçlıyor. Bu yaklaşımın yandaşları matematik, mühendislik ve bilgisayar bilim­lerini kullanarak biyolojiyi daha nicel bir ha­le getirmeyi hedefliyor ve bu alanda ilerle­menin, yalnızca bu şekilde olabileceğini sa­vunuyorlar. Biyotıbbın, özellikle de hastalık­ların, risk faktörünü belirlemede büyük ya­rar sağlayacağını öne sürüyorlar.
Bu alan, insan genom projesinin bitiril­mesinden sonra büyük ilerleme kaydetti. İn­san kalıtımının biyokimyası tanımlandı ve öl­çüldü. Bu da araştırmacılara, yaşamın diğer yanlarını da bilinir kılmak İçin esin kaynağı oldu.
Moleküler genetikçiler, gen ağının işleyi­şini geniş biçimde ortaya koymayı hayal edi­yor, sözgelimi, tek bir DNA zincirinin farklı proteinleri nasıl belirlediğini, ya da protein­lerin farklı koşullarda ne tür çeşitlilikler gös­terdiğini göstermeye çalışıyorlar. Hücre bi­yologları, hücrenin sağlığı için geçerli kural-
bb-36.jpg
ler olarak görüyor. Aynı şey, sinirbilimciler için de söylenebilir; karmaşık beyin köşele­rinde gizli üst dü2ey düşüncelerin nasıl oluş­tuğunu çözmek de onların işi. Küresel ısın­ma gibi ekolojik değişikliklerin nasıl olduğu­nu anlamak içinse, çevrebilimcîlerin, fiziksel olduğu kadar biyolojik veriye de ihtiyaçları var.
Sistem biyologları bugün görece basit ağ­lar üzerinde çalışıyorlar. Sözgelimi, bira ma­yasının bir karbonhidrat olan galaktozu han­gi metabolİk yolla parçaladığını ortaya çıka­rıldı. Başka araştırmacılar, bazı genetik yazı­lım etkenlerinin gen ifadesini zaman içinde nasıl değiştirdiğini ortaya çıkarmak amacıy­la, deniz kestanelerinin de içinde olduğu bir grup deniz canlısının embriyonik dönemde geçirdikleri ilk birkaç saati ayrıntısıyla orta­ya koydular. Şu sıralarda yapılmakta olan bir çalışma kapsammdaysa, hücrelerdeki ha­berleşme ağları ve basit beyin devrelerinin modelleri oluşturuluyor.
Ancak bu alandaki gelişmeler, biyolojik örüntüleri bilgisayar modellerine aktarma­nın güçlüğü nedeniyle oldukça yavaş ilerle­mekte. Bilgisayar ağ programlarının kendile­ri de aslında şu durumuyla yetersiz; sonuçla­rı araştırmacıların anlayıp yorumlayacağı bir tablo durumuna getirebilmeleri için, bu programların da iyileştirilmesi gerekiyor.
Şimdilerde dünyanın çeşitli yerlerindeki yeni kurum ve kuruluşlar matematik, bilgi­sayar bilimleri ve biyoloji arasında disiplin-lerarası bağlar kurmak için uğraş vermekte. Ancak çalışmalar, henüz başlangıç dönemin­de. Yoğun disiplinlerarası çalışma ve gelişti­rilmiş bilgisayar teknolojisinin araştırmacıla­ra, yaşamın işleyişiyle ilgili kapsamlı ve yete­rince ayrıntılı bir resim sunup sunamayaca­ğını ise, kimse henüz söyleyemiyor.
Pennisi, E. "How Will Big Pictures Emerge
From a Sea of Biological Data"
Science, 1 Temmuz 2005
Çeviri: Gökhan Tok
ların karmaşık iletişim yapılarını basitleştir­meye çalışıyorlar. Gelişim biyologlarının ça-basıysa, embriyodaki bir avuç hücrenin nasıl çok sayıda kemik, kan ve deri dokusuna dö­nüştüğünün etraflı bir resmini çizmek. Sis­temler biyolojisi yandaşları, bu zor bulmaca­ları, yalnızca bu disiplinin çözebileceği şey-
Alzheimer hastalığını ne kadar uzakta tutabiliriz?
Bu ileri yaş hastalığı­nın, genelde olduğundan bir 5-10 yıl kadar geç orta-ya çıkması, milyonlarca yaşlı için hayatı çok da­ha kolaylaştırabilir. Araştırmacılar, şu sıralarda hormon ya da antioksidanlarla tedavinin, ya da zihinsel ve fiziksel egzersizlerin işe yarayıp yara­mayacağı üzerinde çalışıyorlar.
Bağımlılığın biyolojik temeli ne?
Bağımlılık, beynin "ödül devresi"nde gerçek­leşen bir aksaklıkla yakından ilgili. Ama bu kar-
bb-37.jpg
maşık davranış biçiminin ortaya çıkmasında kişi­lik özellikleri de rol oynuyor.
Şizofreniye neden olan şey ne.'
Araştırmacılar şizofreniye neden olan genin izini sürüyorlar. Şizofrenik hastalarla normal ki­şilerin paylaştıkları özelliklerin araştırılmasıyla da ipuçları elde edilebileceği düşünülüyor.
Otizmin nedeni ne?
Bu bozukluğun temelinde çevresel faktörler kadar, birçok genin de etkisi var. Erken tanı için biyolojik işaretleyiciler, var olan tedaviyi geliştirmek j İçin yararlı olabilir; ama tam bir tedavi için daha çok yol alınması gerekiyor.
bb-38.jpg
bb-39.jpg
BİLİMv.TEKNİKBI Eylül 2005
CEVAP LAN AMAYAN 125 SORU
KENDİLİĞİNDEN BİRARAYA
GELME SÜRECİNİN SINIRLARINI
NE KADAR ZORLAYABİLİRİZ?
bb-40.jpg
için biraraya geliyorlar. Günümüzde kimyacı­lar, doğanın rutin biçimde, kolaylıkla yapıyor­muş göründüğü bu karmaşıklığın yanına bile yaklaşabilmiş değiller. Acaba, bu karmaşık ya­pıların nasıl kendiliğinden biraraya geldikleri­ni öğrenebilecekler mi?
Bunun için başlangıç düğmesine basıldı bile. Geçtiğimiz 30 yıl içinde, kovalent olma­yan bağ yapmanın temel kurallarını öğren­mek yolunda Önemli adımlar atıldı. Bu kural­lardan ilki "benzerler birbirini tercih eder". Bu kuralın varlığını, lipit moleküllerini suda hücrelerin çevresini kaplama görevi gören çift tabakalı zarlar oluşturmak üzere kapalı bir ortama doğru iten susevmez (hidrofobik) ve susever (hidrofilik) etkileşimler arasında görebiliriz. Bunlar suyla herhangi bir etkile-
bb-41.jpg
ri salman bir moleküler anahtar görevi gören ve kendiliğinden biraraya gelen "rotaxane" molekülleri, gelecekte molekül temelli bilgisa­yarların anahtarları da olmaya aday.
Ancak, bilgisayar devrelerinin sürekli ola­rak küçültülmesi ve nanoteknolojinin yükseli-şiyle birlikte, bu karmaşıklığın artırılması ge­reksinimi de büyüyor. Bilgisayar çiplerinin küçülmesi eğiliminin egemenliğiyle birlikte, bu denli küçük parçaların üretim maliyetleri de hızla artıyor. Bilgisayar şirketleri parçaları istenen boylarda küçültüyorlar. Bununla bir­likte bîr noktada, bunları tasarlamak daha ucuz hale gelecek ve tümüyle kimyasal olarak üretilebilecekler.
Kendiliğinden biraraya gelme, çok çeşitli nanoyapılar üretebilmek için de tek pratik yaklaşım. Bununla birlikte, öğelerin doğru bi­çimde kendiliğinden biraraya geldiklerinden emin olmak, pek kolay bir iş değil. İşbaşında-ki kuvvetler çok küçük olduğundan, kendili­ğinden biraraya gelen moleküller istenmeyen uyumsuzluklar gösterebilir ya da kaçınılması mümkün olmayan eksiklere yol açabilir. Bu il­ke üzerine kurulacak yeni sistem, hataları kaldırabilecek ya da onarabilecek beceride ol­malı. Biyolojide bu duruma uygun örnekleri DNA sarmalında bulabiliriz. Enzimler hücre bölünmesi sırasında DNA iplikçiğini kopyalar­ken A yerine T koymak gibi bir hata oluşabi­lir. Bu hataların bazıları kalır; ancak çoğu, ye-ni sentezlenen iplikçikleri denetleyen ve kop­yalama hatalarını düzelten DNA onarım en-zimlerince yakalanır.
Bu tür stratejileri taklit etmeye çalışmak kimyacılar için kolay olmayacak. Ama eğer, başından sonuna kadar daha karmaşık, daha düzenli yapılar yapmayı istiyorlarsa biraz da­ha "doğa gibi" düşünmeyi öğrenmeleri gere­kecek.
Bugünlerde birçok biliminsanı doğanın gizlerini çözmeye çalışmakla meşgul. Örne­ğin, kimyacılar yeni yapılar ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. Şimdilik, yapay gökbilim ya da yapay fizik yok. Ama molekülleri biraraya ge­tirmek için yeni yollar yaratmak, kimyacılara iyi geliyor. Aslında 100 yıldır bunu, atomlar arasındaki elektron paylaşımıyla oluşan güçlü kovalent bağlar kurarak ya da bu bağlan kı­rarak gerçekleştiriyorlardı. Bu İpucunu kulla­narak, hoşlarına giden moleküler birleşimler­de binlerce atomu biraraya getirmenin yolu­nu öğrendiler.
Çevremize bakınca gördüğümüz doğanın sadeliğiyle karşılaştırılınca, bu karmaşıklık düzeyi gerçekten etkileyici. Hücreden sedir ağaçlarına kadar her şeyin yapısı, küçük mo­leküllerin çok sayıda zayıf bağlarla biraraya getirilmesiyle kurulmuş durumda. Ünlü DNA sarmalından, H2O moleküllerinin birbirlerine bağlanarak oluşturdukları suya kadar, her şe-yin oluşumunu hidrojen bağlan, van der Wa-als kuvvetleri ve pi - pi etkileşimleri gibi zayıf etkileşimler yönetiyorlar. Bu tür "İnce ayar" kuvvetler, molekülleri gütmek yerine yapıla­rın çok karmaşık bir hiyerarşide kendi kendi­lerine biraraya gelmelerini olası kılıyor. Lipit­ler zar hücrelerini oluşturmak, hücreler do­kuları, dokular da organizmaları yaratmak
şimden kaçınmak için, yağlı kuyruk kısımları­nı biraraya getirip kutupsal başlarını suyun üstünde tutmaya çalışırlar. Bir diğer kural "kendiliğinden biraraya gelme enerjik bakı­mından uygun tepkimelerce yönetilir". Bir başka deyişle, "doğru molekül bileşenlerini bırak, onlar karmaşık dizili yapılar içinde ken­diliğinden biraraya gelirler".
Kimyacılar tüm bu kuralları, görece "gös­terişsiz'" karmaşıklık düzeylerinde kendiliğin­den biraraya gelen sistemler tasarlamada kul­lanmayı öğrendiler. İlaç taşıyıcı lipozomlar, hastalarda kanserli hücrelere İlaç ulaştırmada kullanılıyor. İki kararlı evre arasında ileri ge-
Kaynak: Service R.,F, "How Far Can We Push Chemical
Self-Assembly", Science, 1 Temmuz 2005
Çeviri: Elif Yılmaz
bb-42.jpg
Cinsel Eğilimin Biyolojik Kökleri Nedir?
Çevresel etkilerin eşcinselliğe katkısının, bü­yük oranda doğum öncesi hormon oranlarıyla ilintili olabileceği düşünülüyor; bu nedenle soru­nun yanıtlanması, "eşcinsel genleri" avlamaktan daha fazlasını gerektiriyor.
Ahlak Beyinle Sıkı Sıkıya Bağlantılı mı?
Bu soru felsefeciler için büyük bir yap-boz-dur. Şimdilerde nörologlar beyin görüntüleme yöntemiyle, beyin devrelerinin muhakeme beceri­sini de içerdiğini ortaya çıkardıklarını söylüyor­lar.
Makinelerden Öğrenmenin Sınırları Ne?
Bilgisayarlar dünyanın en iyi satranç ustaları­nı yendiler ve isteyenlerin İnternet'ten ulaşabile­cekleri bir bilgi zenginliğine sahipler. Ancak so­yut düşünebilme becerisi, tüm makinelere hâlâ çok uzak.
bb-43.jpg
Kişiliğin Ne Kadarı Kalıtsal?
Kişilik özellikleri genlerden etkilenir, çevre-de genetik etkileri değiştirir. Göreli katkılar hâlâ tartışmalı.
Eylül 2005 55
BtLİMveTEKNİK
CEVAPLANAMAYAN 125 SORU
SEÇİCİ OLARAK BAĞIŞIKLIK TEPKİLERİMİZİ KAPATABİLİR MİYİZ?
Geride bıraktığımız birkaç on yıl içinde or­gan naklinde deneysellikten rutine geçildi. Yal­nızca ABD'de her yıl 20.000'den fazla kalp, ka­raciğer ve böbrek nakli gerçekleştiriliyor. An­cak nakil yapılacak kişiler için değişmeyen bir-şey var: bağışıklık sistemini baskılamak için ya­şam boyu ciddi yan etkileri olabilen kuvvetli ilaçlar kullanılması. Araştırmacılar uzun za­mandır bağışıklık sistemini, nakilleri reddetme­mesi için kandırmanın yollarını arıyorlar. An­cak bunu vücudun tüm savunmalarını körelt­meden gerçekleştirmek gerekiyor ve ne yazık ki şu ana kadar çok az başarı elde edilebildi.
Araştırmacıların karşı karşıya olduğu rakip oldukça dişli. Bazı nadir olgularda bağışıklık toleransı oluşabiliyor. Yani, nakil yapılan hasta bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaçları almayı bıraksa da, bedenleri yabana organı reddetmi­yor. Ancak araştırmacıların elinde, bu toleran­sı sağlamak için moleküler ve hücresel düzey­de neler olduğunu gösterecek net bir resim yok. Bağışıklık sistemiyle oynamak biraz me­kanik bir saatle oynamaya benziyor. Yalnızca bir kısmı kurcalandığında tüm mekanizma bo­zulabiliyor. Ayrıca, tolerans sağlamak üzere ta­sarlanan İlaçları deneme açısından da büyük bir engel var: Bağışıklık sistemini baskılayıcı İlaçlar geri çekilmeden, işe yarayıp yaramadık­larını anlamak çok zor. Bu geri çekmekse, or­ganın reddedilme riskini doğuruyor. Eğer araş­tırmacılar, bağışıklık sistemine nakil organları­nı tolere etmeyi öğretmenin yolunu bulurlarsa, bu bilgi, otoimmün hastalıkların (bağışıklık sis­teminin organizmanın kendi yapılarına karşı yanıt oluşturması durumunda oluşan hastalık­lar.) tedavisi için anlamlı olacak.
Science dergisinde 60 yıl önce yayımlanan bir haber, sonradan bir maratona dönüşen na­kil toleransı sağlama yarışında başlangıç nok­tası olmuş. Wisconsin Üniversitesi'nden Ray Owen, çift yumurta ikizi sığırların bazen bir plasentayı paylaştıklarını ve birbirlerinin kırmı­zı kan hücreleriyle doğduklarını belirtmiş. "Ka­rışık kimerizm" olarak adlandırılan bu durum­da sığırlar görünüşte bir sorun olmadan ya­bancı hücreleri tolere etmişler. Kimerizm, allo-jeneik (aynı türün bireyleri arasında) kök hüc­re nakli sonrası alıcı ve verici hücrelerinin bir
arada bulunması durumu. Alıcıda oluşan tüm kan yapıcı ve lenfoid hücreler tümüyle verici hücrelerinden kaynaklanıyorsa tam kimerizm-den; hem verici hem de alıcının hücreleri bir­likte bulunuyorsa karışık kimerizmden söz edi­liyor.)
Birkaç yıl sonra, Birmingham Üniversite-si'nden Peter Medawar ve ekibi, karışık kime-rizmli çift yumurta İkizi sığırların, birbirlerinin deri nakillerini kolayca kabul ettiklerini göster­miş. Medawar ilk başlarda kendi çalışmasının Owen'in çalışmasıyla ilişkisini değerlendirme­miş; ancak bu bağı gördüğünde, henüz rahim­de olan doğmamış farelere farklı soydan fare­lerden aldığı dokuları enjekte etmeye karar vermiş. Araştırmacılar, 1953'te Nature dergi­sinde yayımlanan bir yazıda, doğumdan sonra bu farelerden bazılarının farklı soylardan alı­nan deri nakillerini reddetmediğini gostermiş-
lâ bağışıklık sisteminin nasıl çalıştığını çözmek ve onu ustaca yönetmenin güvenli yollarını bulmak gerekiyor.
Nakil araştırmacıları, tolerans sağlamak için üç temel stratejiyi takip ediyorlar. Birinci­sinde, Medawar'in deneyinde olduğu gibi, ki­merizmden yararlanmaya çalışıyorlar. Araştır­macılar, organ bağışında bulunan kişinin bağı­şıklık hücrelerinin yeni ev sahibine nakli tole­re etmeyi öğretmesi umuduyla, hastayı verici­nin kemik iliğiyle aşılıyorlar. Ancak bazıları. nakledilen organla birlikte gelen, vericiye ait bağışıklık hücrelerinin de alıcıya tolerans öğre­tebileceğim iddia ediyor. İkinci stratejide, T hücrelerine nakledilen dokudaki yabancı anti­jenleri gördüklerinde anerjik olmayı ya da inti­har etmeyi öğreten ilaçlar kullanılıyor. Üçüncü yaklaşımsa, belirli bağışıklık hücrelerinin ken­dilerini kopyalamasını engelleyen ve ayrıca, si-tokin denen, hücrelerarası iletişimden sorumlu doku hormonlarını salgılayarak reddetmeyi baskılayabilen T düzenleyici hücrelerinin üreti­mini etkiliyor.
Tüm bu stratejiler ortak bir sorunla yüzyü-zeler: Yaklaşımın başarılı mı yoksa başarısız mı olduğunu değerlendirmek oldukça zor. Çünkü bir kişinin nakledilen bir organı tolere edip et­mediğini gösteren güvenilir biyoişaretleyiciler bulunmuyor. Bu yüzden toleransı değerlendir­menin tek yolu, ilaç tedavisini durdurmak; ki bu da, hastanın vücudunun nakil organı red­detmesi riskini doğuruyor. Benzer şekilde, etik endişeler de, araştırmacıların tolerans sağlama­da kullanılacak ilaçları, bağışıklık sistemini baskılayıcı tedaviyle birlikte denemelerini ge­rektiriyor. Bu durumda da, ilacın etkinliği za­yıflayabiliyor; çünkü ilaçların kendilerinden bekleneni yapması için tümüyle çalışan bir ba­ğışıklık sistemine gereksinim var.
Eğer araştırmacılar, bağışıklık toleransını güvenli ve seçici bir biçimde sağlamak üzere 50 yıllık maceralarını tamamlayabilirlerse, bin­lerce nakil alıcısıyla birlikte, otoimmün hasta­lıkların kontrolü için de umutlar bir hayli arta­cak.
Cohen, J., "Can We Selectively Shut Off Immune Responses",
Science. 1 Temmuz 2005
Çeviri: Meltem Venal Coşkun
bb-44.jpg
ler. Bu etkili deney, pek çok biliminsanının ka­riyerini nakil konusuna adamasına önderlik et­miş ve bu tür çalışmalarla, otoimmün hastalık­lara çare bulunabileceği umutları yükselmiş.
Büyük çoğunluğu farelerle çalışan bağışık-lıkbil imcileri, şimdiye kadar, toleransın arka­sında çeşitli ayrıntılı mekanizmalar olduğunu belirttiler. Örneğin bağışıklık sistemi, kendine karşı bağışıklık ataklarını baskılayan "düzenle­yici" hücreleri salabiliyor; zararlı bağışıklık hücrelerini intihar etmeye ya da anerji denilen, durgunluk, enerji üretiminde eksiklik ya da belli bir antijene karşı bağışıklık tepkisinin ol­maması biçimindeki işlev bozukluğuna zorla-yabiliyor. Aslında araştırmacılar artık bu süreç­leri yürüten genler, almaçlar ve hücre iletişi-rniyle İlgili ince ayrıntıları biliyorlar. Ancak, ha-
Strese dayanıklı bitki­lerdeki çeşitliliğin te­meli ne?
Kuraklık, soğuk gibi zorlayıcı çevresel etkile­re dayanıklı olan bitkile­re gereksinimimiz var. Ancak birbirleriyle kar­maşık etkileşim içinde bulunan genlerin sayısı o kadar çok ki, kimse henüz hangi birinin nasıl çalıştığını ortaya koya­bilmiş değil.
verimli ürünlerin elde edilmesinde işe yarayabi­lir.
Neden bütün bitkilerin, bütün hastalıklara karşı bağışıklıkları yok?
Bitkiler, genel bağışıklık tepkisi ve­rebilmenin yamsıra, belirli hastalık yapı­cıları hedefleyen moleküler "nişancı"la-ra da sahipler. Bitklbilimcilerin merak ettiği, farklı bitki türlerinin, hatta birbir­leriyle yakın akraba olan türlerin bile neden farklı savunma ordularına sahip oldukları. Bu sorunun yanıtı, daha daya­nıklı ürünler alınmasını sağlayabilir.
bb-45.jpg
Çiçekler nasıl evrimleşti?
Darwin'in "büyük muamma" olarak niteledi­ği bu soru, bizler için de hemen hemen aynı ni­teliği taşıyor.
Bitki büyümesi na­sıl denetleniyor?
Sözgelimi, kızıla­ğaçlar 100'lerce met­re uzunluğa ulaşabilir­ken, boyu 10 cm'yi aşmayan ağaçlar bile var. Bu farkın neden­lerini anlamak, daha
Eylül 2005 57 BİLİM ve TEKNİK
CEVAP LAN AMAYA N 125 SORU
ETKİLİ BİR HIV AŞISI MÜMKÜN MÜ?
bb-46.jpg
sü ve tüberküloz basili gibi HIV benzeri virüs­lere karşı çok az başarı elde edebilmiş olduk­larına İşaret ediyorlar.
AİDS aşısı araştırmacıları, başarılı olacak­larına inanmak için birtakım geçerli nedenle­re sahipler. Maymunlarla yapılan deneyler, aşıların HlV'in bir benzeri olan SIV'e karşı koruyucu olabileceklerini gösterdi. Çeşitli ça­lışmalar, HlV'e maruz kalmış, ancak hastalığa yakalanmamış birçok İnsan olduğunu, bir şey­lerin bu virüsü durdurduğunu gösteriyor. Vi­rüs bulaşmış kimselerin küçük bir yüzdesi
feksiyona yol açmayı başardığında, ikinci bir savunma hattı olan hücresel bağışıklık, HIV bulaşmış hücreleri hedef alır. Günümüzde, hücresel bağışıklık sisteminin savaşçıları olan bu katil hücrelerin üretimini sağlayan çeşitli aşılar deneniyor. Ancak, hücresel bağışıklık sistemi, başka hücreleri de işin içine katıyor; makrofajlar, sitokin olarak adlandırılan kim­yasal habercilerden oluşan ağ, ve doğal öldü­rücü hücreler gibi. Antikor bazlı aşı geliştir­me çabalan, araştırmacıların tersine düşün­melerini gerektirse de, bir tür rönesansa doğ­ru gidiyor. Aşı araştırmacıları tipik olarak an­tijenlerle işe başlıyor (bu durumda HIV parça­ları) ve bunların tetiklediği antikorları değer­lendiriyorlar. Araştırmacılar şimdilik, enfeksi­yon kapmış ve HIV enfeksiyonunu durdur­muş insanlardan aldıkları bir düzineden fazla antikoru test tüpünde ayırt edebilmiş durum­dalar. Buradaki canalıcı nokta, hangi antijen­lerin bu antikorların üretimini tetiklediğini bulmak olacak.
Başarılı bir AIDS aşısının hem antikor üretimini hem de hücresel bağışıklığı geliştir­mesi gerekiyor. Bundaki anahtar belki de HlV'in vücuda girdiği mukozalı bölgelerdeki bağışıklık tepkisini canlandırmak olabilir. Hatta, araştırmacıların günümüzde bilinme­yen türden bir bağışıklık tepkisini keşfetmele­ri bile olası. Ya da yanıt, belki de bağışıklık sistemiyle insan genetik çeşitliliğinin karşılık­lı etkileşiminde yatıyor. Çalışmalar, HfV en­feksiyonuna ve hastalığa yatkınlığın genlerle İlişkili olduğunu gösteriyor.
Bu soruların çözülmesi, HIV gibi bağışık­lık sistemine saldıran ve milyonlarca insanı öl­düren hastalıklara karşı aşı geliştirilmesine katkıda bulunacak. Bu aşılan geliştirmek için çalışanların, yanıtları belki de hiç beklenme­dik yerlerde aramaları gerekiyor. AIDS aşısı araştırmacılarının, henüz tam olarak çözüle­memiş olan bağışıklık sistemi hakkında ortaya çıkardıkları, gereksiz bir çalışma da olabilir.
Cohen J. "Is an Effective HIV Vaccine Possible?"
Science, 1 Temmu; 2005
Çeviri: Alp Akoğlu
bb-47.jpg
Araştırmacıların AiDS'in nedeni olarak HIV virüsünü ortaya koymalarından bu yana geçen 20 yıl içinde, tarihte herhangi bir virü­se karşı harcanandan daha fazla para harcan­dı. Bu süre içinde, Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü, tek başına yılda yaklaşık 500 mil­yon dolarlık yatırım yaparak 50'den fazla ila­cı klinik deneylere sundu. Ne var ki, milyon­larca yeni H1V enfeksiyonunu önleyebilecek etkili bir AİDS aşısı hâlâ uzak bir düş olarak duruyor.
AİDS araştırmacıları, virüsün içini dışına çıkarmış ve onun bağışıklık sistemini nasıl mahvettiğini dikkatlice ortaya koymuş olma­larına karşın, ne tür bir bağışıklık tepkisinin insanları enfeksiyondan koruyacağı anlaşıl­mış değil.
Bu duruma kuşkuyla yaklaşanlar, hiçbir aşının HIV'i durduramayacağını öne sürüyor­lar. Virüs, çok hızlı kopyalandığı için bu sıra­da çok fazla genetik farklılık ortaya çıkıyor. Bu nedenle, aşıların tüm HIV tiplerini etkisiz duruma getirmesi pek mümkün olamıyor. HIV, aynı zamanda vücudun verdiği bağışık­lık tepkisine karşı da birtakım mekanizmalar geliştiriyor. Yüzey proteinini şekerlerle kapla­yan virüs, antikorlardan saklanabiliyor ve ba­ğışıklık sağlayan başka savaşçıların üretimini engelleyecek proteinler üretiyor. Aşının başa­rısına kuşkuyla yaklaşanlar, aşı geliştirmek için çalışan araştırmacıların, bağışıklık siste­mini çökerten Malaria paraziti, hepatit C virü-
herhangi bir zarar görmezken, başkaları bağı­şıklık hasan göstermeden on yıl, hatta daha uzun süre virüsü saklayabiliyorlar. Bunun ya­nında biliminsanlan, bazı ender antikorların test tüpündeki Örneklere karşı güçlü bir şekil­de savaştıklarını buldular.
Başlangıçta, araştırmacılar HlV'in yüzey proteinine saldıran antikorların üretimine yö­nelik aşılara ümit bağlamışlardı. Bu yaklaşım virüsün, yüzey proteinini beyaz kan hücrele­rine bağlanmada kullanması ve enfeksiyona bu şekilde neden olması nedeniyle, ümit vaa-detmişti. Ancak klinik deneylerde, bu aşıların yararsız olduğu görüldü.
Şimdi, araştırmacılar farklı yaklaşımlar uy­guluyorlar. HIV, antikorları altetmeyi ve en-
bb-48.jpg
İnsan kültürünün kökleri neler?
Hiçbir hayvan, çeşitli keşiflerde bulunma ve gelişmeleri gelecek kuşaklara aktarma gibi bir yetenek konusunda İnsanın yanına bile yaklaşa­mıyor. Bu farkın nedeninin anlaşılması, insan kültürünün nasıl geliştiğinin anlaşılmasına yar­dımcı olacak.
Dil ve müziğin evrimsel kökleri neler?
Konuşma ve müzik yapma üzerine çalışan si-nirbilimciler, bu değerli yeteneklerin nasıl ortaya çıktığını anlama yjnünde çeşitli ipuçları bulmaya başladılar.
rünün ortaya çıktığını düşündürüyor. Daha iyi ta-rihlendirme ve daha çok malzeme, bu bulguların onaylanmasına ya da reddedilmesine yardımcı olacak.
Modern insan davranışının ortaya çıkması­na ne yol açtı?
Homo sapiens, basit düşünme, dii ve sanat yeteneğini yavaş yavaş mı, yoksa 40.000 yıl ön­ce Avrupa'da meydana gelen bir "kültürel büyük patlamayla" mı kazandı? Türümüzün ortaya çıktı­ğı Afrika'daki veriler, bu sorunun anahtarı olabi­lir.
akın geçmişte kaç insan turu vardı ve bunların birbirleriyle İlişkileri nasıldı?
Endonezya'da bulunan yeni cüce insan fosili, geçmiş 100.000 yıl içinde en azından 4 insan, tü-
Eylül 2005 59 BİLİMveTEKNİK.